- Katılım
- 13 Mar 2019
- Mesajlar
- 7,686
- Tepkime puanı
- 17
- Puanları
- 38
- Yaş
- 36
- Konum
- istanbul
- Web sitesi
- www.isgir.com
- Cinsiyet
-
- Bay
- Takım
- Tarafsız
12 bira mı, aşı mı?
Evlere kapanıp aşıyı beklerken günde 12 şişe birayla başlayan modern aşının hikâyesi...
Evlere kapanıp aşıyı beklerken günde 12 şişe birayla başlayan modern aşının hikâyesi...

Türk Dil Kurumu’na göre aşının tanımı şöyle: “Birtakım hastalıklara karşı bağışıklık sağlamak için vücuda verilen, o hastalığın mikrobuyla hazırlanmış eriyik”... Bu tanımı biraz daha detaylandıran Sağlık Bakanlığı’na göre ise; insan ve hayvanlarda hastalık yapma yeteneğinde olan virüs, bakteri vb. mikropların hastalık yapma özelliklerinden arındırılarak ya da bazı mikropların salgıladığı toksinlerin etkileri ortadan kaldırılarak geliştirilen biyolojik ürünlere aşı deniyor.
Her ne kadar çok uzun yıllardır aşı üzerine çok düşünmesek de artık gündemimizin birinci sırasında geliyor. “Covid-19 aşısı üretilecek mi?” ya da “Ne zaman üretilecek?” gibi tartışmalar yerini tam da, “Hangi aşı daha etkili?” sorusuna bırakmışken yeni bir gündemimiz oldu. Milyonlarca kişi sıranın ne zaman kendisine geleceğini merak ederken 'aşı tedariğinde sıkıntı olduğu' açıklandı. İlk aşısını olan 13 milyon 702 bin 971 kişiden sadece 9 milyon 82 bin 936 kişiye ikinci doz uygulanmışken... Gerçi cumhurbaşkanına daha sonra 'sorun yok' dedi. Hatta “eylül ekim gibi yerli aşı üretimine geçileceğini” söyledi. Peki, bu toprakların korona virüsü salgını öncesinde aşıyla imtihanı nasıldı?
Tarihimizde hangi salgınlarla nasıl baş edildi? Türkiye’de hiç aşı üretildi mi? İşte bu soruların yanıtları için hep birlikte aşı tarihine yolculuğa çıkıyoruz.
MODERN AşI ÖNCESİ VARİOLASYON TEKNİKLERİ
Türkiye’deki durumu incelemeden önce dünyaya bir göz atmakta fayda var. Çiçek hastalığı dünya genelinde ilk ve en ölümcül salgın olarak biliniyor. Çiçek nedeniyle yaşanan ölüm sayıları 10 kişiden üçü gibi büyük bir oranla ifade edilirken bu hastalıktan sakat kalarak kurtulanların sayısı da azımsanmayacak düzeydeydi. Uzun yıllar bu salgınla baş etmenin yollarını arayan tüm dünyanın kurtuluşu 1980’i bulacaktı. Milattan önce 400’lü yıllarda Antik Yunan tarihçilerinin bu hastalıktan bahsettiğini göz önünde bulundurursak, bu süreyi ve ölümlerin sayısını düşünmek bile insanı ürkütüyor. İşte bu hastalık, dünya ve Türkiye tarihinde ilk aşı denemelerini karşımıza çıkarıyor.
“Variolasyon” tekniği aşının atası olarak kabul ediliyor desek yalan olmaz. Bu tekniği ilk olarak 15. yüzyılda Çinlilerin kullandığı yazılıp çiziliyor. Evet, yine Çin! Ama bu sefer günümüzden farklı olarak hastalığın çıkış yeri değil tedavi yöntemini araştıran ülke... İki yöntemle yapılan variolasyonun temelini hastaların yaralarından alınan kabukların toz haline getirilmesi oluşturuyor. Kimi zaman bu toz insanların burnuna ince bir çubukla üflenirken kimi zaman da döküntüler derinin altına sürülüyordu.

OSMANLI’DAN AVRUPA’YA
1721 yılında Osmanlı topraklarındaki İngiltere Büyükelçisinin eşi Lady Mary Montagu’nun ülkesine yazdığı bir mektupta İstanbul’da çiçek hastalığına karşı “aşı denilen bir şey” yapıldığını hayretle anlattığı mektubu da, variolasyon tekniğinin Osmanlı topraklarında da kullanıldığının en eski belgesi olarak tarihe geçecekti.

Kardeşini çiçek hastalığından kaybeden Montagu’nun 1 Nisan 1717 tarihinde Sarah Chiswell için kaleme aldığı mektupta, “Bizde çok yaygın ve çok ölümcül olan çiçek hastalığını burada keşfettikleri bir aşı ile önlüyorlar” şeklindeki sözleri, Avrupa’nın ilgisini bu yönteme yöneltmeye vesile olacaktı.
Aslında Osmanlı topraklarında yaşlı kadınların yaptıkları aşının bu ilkel hali, biraz da ağaç aşısını andırmıyor değil. Her sonbaharda bu işlemi uygulayan kadınlar, ceviz kabuklarında ya da incir yapraklarında hastaların döküntülerinden alınan irini biriktiriyor, deriyi çizerek bu irini aşılıyor, sonra yara yerini gül yapraklarıyla kapatıyorlardı.

DÜNYADA EN ÇOK HAYAT KURTARAN DOKTOR
Bir köy papazının çocuğu olarak dünyaya gelen ve Londra’da tıp öğrenimini geliştiren Edward Jenner, bugünkü çiçek aşısının bilimsel olarak ilk çalışmalarını yapan ve bulan kişidir. Tıpta çığır açmayı başaran ve modern immünolojinin temellerini atan Jenner’in takipçilerinden Amerikalı Maurice Ralph Hilleman ise kızamık, kızamıkçık ve kabakulak da dâhil olmak üzere, dünyada en sık yapılan 14 aşıdan sekizini buldu ve 40’a yakın aşıyı ya geliştirdi ya da geliştirilmesine öncülük etti.
Hiç şüphesiz aşı denilince ilk akla gelen isimlerden biri de Fransız Louis Pasteur.

PASTEUR’A 200 EV PARASI NEDEN VERİLDİ?
Elbette o çağların tek illeti çiçek hastalığı değildi. şarbon, tavuk kolerası ve kuduz gibi virütik hastalıklar da onlarca can almaya devam ediyordu. Çalışmalarını kararlılıkla yürüten ve en sonunda kuduz aşısını bulacak olan Louis Pasteur, maalesef ilk yıllarında yeterli desteği göremiyordu.
Çalışmalarını sürdürebilmek için maddi desteği ihtiyacı olan Pasteur, çareyi dönemin devlet başkanlarına yazı yazmakta arar. Sağlık Bakanlığı’nın resmi aşı tarihine göre, bu mektuplardan biri 2. Abdülhamit’e ulaşır. 2. Abdülhamit yardım yapabileceğini söyler ancak çalışmalarını İstanbul’da sürdürmesini şart koşar. Bu teklifi Pasteur kabul etmeyince, kendisine Mecidiye Nişanı ile birlikte 10 bin altın (dönemin İstanbul’unda yaklaşık 180-200 ev parası karşılığı) yollanır. Aynı zamanda Osmanlı’dan üç kişiyi de yanına asistan olarak yetiştirmesi istenir.
Osmanlı’nın bu üç asistanı İstanbul’a kuduz mikrobu enjekte edilmiş bir kemik iliği ile dönecektir. 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa’nın kliniğinde Daûl-Kelp ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi (Kuduz Tedavi Müessesesi) kurulur. Bu kurum dünyada üçüncü, doğunun ise ilk kuduz merkezi olma özelliğini taşıyor. Burada ilk kuduz aşısı üretilir ve daha sonra da difteri serumunun üretimi yapılır.
‘KAHRAMAN’ DEÐİL, ‘ARAşTIRMACI’
Burada bir parantez açalım ve aşı tarihinin iki önemli ismini de anmadan geçmeyelim. Öğrenci eylemlerine katıldığı için okuldan atılmasına rağmen atıldığı üniversiteye doktora tezini dışarıdan veren Waldemar Haffkine, kolera aşısını bulur. Aşının güvenilirliğine şüpheyle yaklaşan İngiliz hükümeti, bu yeni aşının kolonisi Hindistan’da denenmesine izin verir ve kısa sürede aşı sayesinde kolera ölümleri 10 kat azalır. Haffkine aynı zamanda, veba aşısı için de çalışmalar yapar ve aşıyı ilk kendisinde deneyerek başarıya ulaşır.
Gelelim Hepatit B aşısına... Bu aşıyı bularak Nobel Ödülü'ne layık görülen milyonlarca kişinin hayatını kurtaran Dr. Baruch Blumberg, tıp dünyasının kahramanları arasında gösterilse de, o kendisinin “kahraman” değil, “araştırmacı” olduğunu söyleyecek kadar naif bir insandır.
RESMİ AşI TARİHİ
Biz topraklarımıza geri dönelim. Önce Osmanlı’da, ardından da Türkiye Cumhuriyeti’nde aşı ile ilgili yatırımlar birbirini izler. 1892 yılında bakteriyolojihane, 1892’de ise ilk çiçek aşısı üretim evi kurulur. 1896’da difteri, 1897’de sığır vebası ve 1903’te kızıl serumları Veteriner Hekim Mustafa Adil tarafından üretilir.
1911 yılında tifo, 1913 yılında kolera, dizanteri ve veba aşıları Türkiye’de ilk kez hazırlanır ve uygulanır. 1927’de ise verem aşısı üretimi başlar. Günümüzde eksikliği hissedilen, sağlıkla ilgili tüm birikimlerin ve bilimsel çalışmaların bir arada toplandığı Hıfzısıhha Enstitüsü ile üretim merkezileştirilir (1928).
Elbette o çağların tek illeti çiçek hastalığı değildi. şarbon, tavuk kolerası ve kuduz gibi virütik hastalıklar da onlarca can almaya devam ediyordu. Çalışmalarını kararlılıkla yürüten ve en sonunda kuduz aşısını bulacak olan Louis Pasteur, maalesef ilk yıllarında yeterli desteği göremiyordu.
Çalışmalarını sürdürebilmek için maddi desteği ihtiyacı olan Pasteur, çareyi dönemin devlet başkanlarına yazı yazmakta arar. Sağlık Bakanlığı’nın resmi aşı tarihine göre, bu mektuplardan biri 2. Abdülhamit’e ulaşır. 2. Abdülhamit yardım yapabileceğini söyler ancak çalışmalarını İstanbul’da sürdürmesini şart koşar. Bu teklifi Pasteur kabul etmeyince, kendisine Mecidiye Nişanı ile birlikte 10 bin altın (dönemin İstanbul’unda yaklaşık 180-200 ev parası karşılığı) yollanır. Aynı zamanda Osmanlı’dan üç kişiyi de yanına asistan olarak yetiştirmesi istenir.
Osmanlı’nın bu üç asistanı İstanbul’a kuduz mikrobu enjekte edilmiş bir kemik iliği ile dönecektir. 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa’nın kliniğinde Daûl-Kelp ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi (Kuduz Tedavi Müessesesi) kurulur. Bu kurum dünyada üçüncü, doğunun ise ilk kuduz merkezi olma özelliğini taşıyor. Burada ilk kuduz aşısı üretilir ve daha sonra da difteri serumunun üretimi yapılır.
‘KAHRAMAN’ DEÐİL, ‘ARAşTIRMACI’
Burada bir parantez açalım ve aşı tarihinin iki önemli ismini de anmadan geçmeyelim. Öğrenci eylemlerine katıldığı için okuldan atılmasına rağmen atıldığı üniversiteye doktora tezini dışarıdan veren Waldemar Haffkine, kolera aşısını bulur. Aşının güvenilirliğine şüpheyle yaklaşan İngiliz hükümeti, bu yeni aşının kolonisi Hindistan’da denenmesine izin verir ve kısa sürede aşı sayesinde kolera ölümleri 10 kat azalır. Haffkine aynı zamanda, veba aşısı için de çalışmalar yapar ve aşıyı ilk kendisinde deneyerek başarıya ulaşır.
Gelelim Hepatit B aşısına... Bu aşıyı bularak Nobel Ödülü'ne layık görülen milyonlarca kişinin hayatını kurtaran Dr. Baruch Blumberg, tıp dünyasının kahramanları arasında gösterilse de, o kendisinin “kahraman” değil, “araştırmacı” olduğunu söyleyecek kadar naif bir insandır.

RESMİ AşI TARİHİ
Biz topraklarımıza geri dönelim. Önce Osmanlı’da, ardından da Türkiye Cumhuriyeti’nde aşı ile ilgili yatırımlar birbirini izler. 1892 yılında bakteriyolojihane, 1892’de ise ilk çiçek aşısı üretim evi kurulur. 1896’da difteri, 1897’de sığır vebası ve 1903’te kızıl serumları Veteriner Hekim Mustafa Adil tarafından üretilir.
1911 yılında tifo, 1913 yılında kolera, dizanteri ve veba aşıları Türkiye’de ilk kez hazırlanır ve uygulanır. 1927’de ise verem aşısı üretimi başlar. Günümüzde eksikliği hissedilen, sağlıkla ilgili tüm birikimlerin ve bilimsel çalışmaların bir arada toplandığı Hıfzısıhha Enstitüsü ile üretim merkezileştirilir (1928).

Tetanoz ve difteri aşılarının üretimi, 1931 ve 1996 yılları arasında devam eder. 1937’de kuduz serumu, 1942 yılında tifüs aşısı ve akrep serumu üretilmeye başlanır. 1950’de influenza aşısı üretimine geçilir. 1968’de kurulan serum çiftliğinde tetanos, gazlı gangren, difteri, kuduz, şarbon akrep serumları da üretilir. 1976’da deneysel üretimine başlanan Kuru BCG aşısının üretimi ise 1983 yılını bulur.
Ülkede hastalıkların yok olması ile bu aşıların üretimi de sonlandırılır ve ilerleyen yıllarda gerekli aşılar satın alınarak temin edilmeye başlanır. 2000’li yıllarda aşı üretimine Türkiye’de ilgi artsa da sağlıkçılar atılan adımlardan mutlu değildir.

şİşLİ ETFAL’İN AşI TARİHİNDEKİ ÖNEMİ
Böyle bir yazı yazıp da “depreme karşı güçlendirme yapılacağı” gerekçesiyle bölünerek Seyrantepe ve Sarıyer’e taşınmak istenen şişli Etfal Hastanesi’ne değinmemek hata olur. 'Çocuklar' anlamına gelen 'Etfal' kelimesini isminde taşıyan bu hastane, 2. Abdülhamid tarafından daha bebekken difteriden (kuşpalazı) kaybettiği kızının anısına 1898 yılında yaptırılıyor: “Benim çocuğum kurtulamadı.
Kim bilir fakir fukaranın çocukları nasıl bakılıyor. Hiç olmazsa bir hastane yaptıralım da benim gibi birçok babaların kalbi yanmasın” denilerek.

Almanya’dan yeni gelen İbrahim Paşa’nın hekimbaşılığında kurulan hastane için yurt dışında eğitim almış doktorlar, hemşireler ve teçhizatlar getirilir. Çocuklar taze süt içebilsin diye hastanenin 50 metre uzaklığına ahır bile konulur.
Birçok ilk yaşanır. İlk kez stetoskop kullanımı, ilk röntgen cihazı, ilk defa röntgen ışınları ile kanser tedavisi, ilk çocuk sanatoryumu, ilk kaloriferle ısınan hastane olması... Ayrıca kadın hastalıkları, bulaşıcı hastalıklar bölümleri ve kimyahane ile de öncü olan bu hastane, sağlık hizmetini yürütecek personelin yetiştirildiği bir okul olma özelliğini de taşır. Neyse lafı daha fazla uzatmadan, biz şişli Etfal’i bu yazımızın konusu haline getiren özelliğine geçelim.

Viyana Üniversitesi’nde Dr. Paul Moser’in kızıl serumunu keşfetmesi üzerine 2. Abdülhamid, hastanenin bakteriyoloğu Süleyman Nuri Bey’i, Avusturya ve Almanya’daki ilgili enstitülere gönderir. Süleyman Nuri Bey, kızıl serumunun elde edilişini öğrendikten sonra İstanbul’a döner ve hemen çalışmalara başlar. Hastanede bir laboratuvar yapılır ve çiçek aşısı, kızıl serumları üretilir.
Padişahın kızını kaybettiği kuşpalazı serumu da, acı kaybının üzerinden 11 yıl geçtikten sonra diğer aşılarla birlikte bu laboratuvarda üretilecektir.

SALGINA KARşI 12 BİRA
Dönem dönem salgınlara göre toplumsal yapısını değiştiren dünya, yeni bir sınavdan geçiyor. Evlere kapanmış bir şekilde, salgının ne zaman biteceğine, aşıların işe yarayıp yaramayacağına dair soru işaretleriyle papatya falları açıyoruz. Tıpkı geçmişte olduğu gibi günümüzde de birçok tedavi yöntemi tartışılıyor. Hazır içki satışı yasağı tartışmaları da gündemdeyken yazımızı, aşı bulunmadan önce çiçek hastalığına karşı verilen enteresan önerilerle bitirelim. İnsanları sıcak ya da soğuk odalarda tutarak, kırmızı kumaşlara sararak tedavi edemeyen doktorlardan biri hastalarına günde 12 şişe bira içmesini önermişti!
(Hazırlayan: Serpil Kurtay)