Kavramsal tiranlıkların, ideolojik ve ırkçı tiranlıkların, askeri güç ve yaklaşımların, kapitalist dünya görüşü ve hayat tarzının büyük bir itibar kaybına uğradığı günlerden geçiyoruz. Bütün toplumlar, Batılı, ırkçı-ideolojik genellemelere mahkum olmadığımızı düşünmeye başlıyor. Batı dünyasının dayattığı tek boyutlu, tek çizgili bir dünyada hiç bir şekilde bir yorum değişikliği ve zenginliği yaşanmıyordu. İçerisine girdiğimiz dönemde, bütünüyle modern dünya sisteminin, kavram ve kurumlarının meşruiyetleri tartışılabiliyor. Şimdiye kadar bütün toplumlar, dünyayı, hayatı, tarihi tek boyutlu olarak algılamak zorunda bırakıldıkları için; hayatı/dünyayı/tarihi eksik, yanlış ve çarpık olarak algılıyordu. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, bütün tek biçimliliklerin bir dogmatizmin sonucu olduğu tartışılabiliyor.
Modern dünya sisteminin insanlığa dayattığı tek biçimlilikler yüzünden, insanlık, dünyayı/insanlığı/tarihi sahip olduğu doğal farklılıklar ve renkler içerisinde göremiyordu. Bugün, tekbiçimli bir dünyadan, çok renkli bir dünyaya yönelik arayışların, yönelişlerin olduğunu görüyoruz. Ahlaksızlığın, hayasızlığın, modernliğin en önemli tezahürü sayıldığı bir dönemin neden olduğu ağır insani sorunlar; ahlaka ve maneviyata, ölçüye ve sadeliğe, merhamet ve fazilete ihtiyaç duyan bir dünyanın oluşturulması gerektiğini insanlığın gündemine taşımış bulunuyor.
Kapitalist hayat tarzının ve kültürünün tüm insani nitelikleri yozlaştırdığını, bayağılaştırdığını ve çürüttüğünü tartışmasız bir biçimde görebiliyoruz. Kapitalizm ve kapitalizm adına bütün dünyada bir tahakküm ideolojisi olarak faaliyet halinde olan liberalizm, tam da büyük bir put olarak tebcil edildikleri bir dönemde, neden oldukları derin krizler sebebiyle, derin bir biçimde sorgulanabiliyor. Düşünce dünyalarımızı, algısal dünyalarımızı, hayat tarzlarımızı tekçi ve baskıcı yanlarıyla terörize eden bütün ideolojilerin, yapısal bir bunalım içerisinde olduklarını somut bir biçimde tespit ediyoruz.
Modern zamanlar boyunca, ahlaki sınırlardan bağımsız olan güçlüler, yalan/sahte ideolojiler aracılığıyla, faşizmi, zulmü, barbarlığı, sıradanlaştırdılar. Özellikle Türkiye, Yirminci Yüzyıl boyunca ideolojik modernliğin bütün baskılarını yaşadı. Türkiye, teknolojik ilerleme anlamında, maddi alanla sınırlı bir modernlikle çok ilgilenmedi; yalnızca ideolojik anlamda modernlikle ilgilendi. İdeolojik modernlik her tür geleneksel dogmatizmi reddetmek üzere hayata geçirildi ve sonra ideolojik modernliğin kendisi, ideolojik laikliğin kendisi benzersiz bir dogmatizme dönüştürüldü.
İslam dünyası toplumları, modern dünya sistemi ile ilgili olarak, ideolojik modernlik ve ideolojik laiklikle ilgili olarak güçlü sorular sormadılar, güçlü sorgulamalar yapmadılar, yapamadılar. Tanınmış sosyolog ve dünya sistemleri kuramcısı Immanuel Wallerstein, modern dünya sisteminin, Aydınlanma kavram ve kurumlarının, Fransız Devrimi kavram ve kurumlarının, yalnızca İmam Humeyni önderliğinde gerçekleşen İran İslam Devrimi tarafından bütün boyutlarıyla sorgulanarak reddedildiğini, devrimin bütün bu kavram ve kurumlara ihtiyaç duymaksızın İslami bir siyasal düzen kurduğunu belirtiyor. Yine tanınmış tarihçi Marc Ferro, İslam Devriminin, bütün dünyayı hayretler içerisinde bırakarak, sözün gücüyle, Amerika tarafından desteklenen askeri açıdan çok güçlü bir monarşiyi nasıl devirdiğini anlatıyor. İslam Devrimi, modern dünya sisteminin çıkarlarına alet olmadı. İslam Devrimi, İslami özelliği sebebiyle, modern ideolojik kategori ve yaklaşımlara tabi tutulamadı. Çünkü, İslam Devrimi, İslam dünyasında gerçekleştirilen ulusal kurtuluş mücadelelerinden tümüyle farklı bir nitelik taşıyordu. Ulusal kurtuluş mücadeleleri sisteme karşı mücadele ettiler, ancak, iktidara geldikten sonra sistemle bütünleştiler, sistemin bir parçası haline geldiler. İslam dünyası toplumları, İslami entelektüel hayat, Îslami hareketler/cemaatler, kimi zaman mezhepçi mülahazalarla, kimi zaman ulusçu/yerel mülahazalarla, kimi zaman hizipçi mülahazalarla İslam Devriminin bu büyük başarısı karşısında, kayıtsızlığı seçtiler. Çok sığ mezhep tartışmaları ile oyalanarak, bu büyük başarı karşısında ilgilerini ve takdir duygularını esirgediler. Bu noktada çok ilginç bir örnek verilebilir: "Hoşgörü" ve "diyalog" klişeleriyle, her yerde ve her dönemde güçlülerin yanında yer alan Neonurcu hareket, İslam Devrimine hiç bir şekilde "hoşgörü"yle yaklaşmadığı gibi, eleştirel dilin sınırlarını aşacak şekilde, İran İslam Devrimine ve devrimin liderine karşı çok kaba ve çok çirkin değerlendirmeler yaptı.
Kendi gündemlerinin, ilgilerinin büyüsüne kapılan toplumlar, cemaatler, hareketler, cemaat liderleri, hizipler hiç bir şekilde ve hiç bir zaman, kendi gerçekliklerini makûl bir şekilde, ölçülü bir şekilde değerlendiremezler. Topluma karşı, devletin desteklendiği toplumlarda; toplum iradesi ya da halk iradesi yalnızca bir fantezi olarak vardır. Popülist gelenekçiliğin ve muhafazakarlığın egemen olduğu Türkiye gibi toplumlarda yapısal anlamda siyasal değişim imkanı yoktur, her muhafazakarlık her muhafazakar konformist cemaat hareketi ya da siyasal hareket yine Türkiye'de yaşandığı üzere, her zaman devlet otoritesinin yanında yer alır. Bu tür toplumlarda öncelikle zihinsel bir dönüşümün gerçekleştirilmesi gerekir.
Popülist gelenekçilikler ve teslimiyetçi romantizmler İslami bir sistem oluşturma mücadelesini engellediği gibi, dönüştürücü hareketleri de engelliyor. Popülizmlere ve milliyetçiliklere yaslanarak oy kazanılabiliyor, ancak, siyasal bir mücadele kazanılamıyor. İçerisinde yaşadığımız dönemde hepimizin açıkça gördüğü üzere İslami mücadele/İslamcılık büyük ölçüde gelenekçi/ görenekçi/muhafazakar/ulusçu cemaatler/partiler tarafından zayıflatıldı. Her tür muhafazakarlığın değişim düşüncesine kapalı olduğunu bilmek gerekir. Muhafazakar cemaat hareketleri, muhafazakar siyasal hareketler, kabul etmek gerekir ki, bütün radikal yönelişleri/eğilimleri/hassasiyetleri/çabaları etkisizleştirmeyi, uysallaştırmayı başarmışlardır. Lakin geçmişte koşulları değiştirmek üzere yola koyulan kadrolar/eğilimler koşullar tarafından tanınmayacak ölçüde değiştirilmişler/savrulmuşlar, rüzgara bırakılan seçimler/tercihler yapmışlar, rüzgara bırakılmış hayatlar yaşamaya başlamışlardır. İdeallerimiz, gerçeklere yenilmiştir. Muhafazakar kesimler sahte umutlar peşinde çabalarını sürdürürken, kimi kesimler umut etmeyi bile unutmuşlardır. Geçmişte birlikte aynı heyecanları, aynı sorumlulukları, aynı kaygıları birlikte taşıdığımız kimi arkadaşlarımız/dostlarımız şimdilerde kendilerini kişisel çıkar mücadelelerine adamışlardır. Yeterli bağlılıklarımız, heyecanlarımız, aşklarımız, öfkelerimiz, yoğunluklarımız, niteliklerimiz, derinliklerimiz, ahlakımız, birikimimiz olsaydı, toplumlarımızı dönüştürebilirdik. Büyük düşüncelere ve büyük bir ahlaka, bağımsız ufuklara sahip olmadığımız takdirde, hiç bir hareketi gerçekleştiremeyiz. Her durumda itaat, her durumda teslimiyet ahlaki bir körlüğün, ahlaki bir felç durumunun adıdır. Soru sormaksızın bir cemaat önderine, ya da siyasal öndere bağlanan, bu önderlerin her sözünü, her tavrını tartışmasız bir yasa gibi kabul eden, her durumda kendi tercihleriyle mutlu olanlar; bu davranışlarıyla kendilerini sınırlandırır ve ufuklarını kapatırlar. Her hangi bir grubun tutsağı olan bireyler kendi hayatlarını kontrol edemezler. Farklı oluşumları, yaklaşımları, yöntemleri dinlemeye ve öğrenmeye ihtiyaç duymayan kimselerle konuşamayız. Hizip, cemaat, mezhep holiganlıklarının meşru sayılabildiği toplumlarda, kültürel çeşitlilik, derinlik ve zenginlik sağlanamaz.
İlahi vahiy, hepimize, ilahi iradenin sınırlarını çizdiği bir varoluş, hayat, siyaset ve ilişki tarzının içeriğini bir sorumluluk biçiminde yükler. Bizler, bütün bu yükümlülüklere imanımızla karşılıklar veririz. Hiç bir grup, hiç bir nedenle, kendi çıkarlarını gözeterek İslami bütünlüğü parçalayan, sınırlandıran, esneten bir söylem geliştiremez.
Modern dünya sisteminin insanlığa dayattığı tek biçimlilikler yüzünden, insanlık, dünyayı/insanlığı/tarihi sahip olduğu doğal farklılıklar ve renkler içerisinde göremiyordu. Bugün, tekbiçimli bir dünyadan, çok renkli bir dünyaya yönelik arayışların, yönelişlerin olduğunu görüyoruz. Ahlaksızlığın, hayasızlığın, modernliğin en önemli tezahürü sayıldığı bir dönemin neden olduğu ağır insani sorunlar; ahlaka ve maneviyata, ölçüye ve sadeliğe, merhamet ve fazilete ihtiyaç duyan bir dünyanın oluşturulması gerektiğini insanlığın gündemine taşımış bulunuyor.
Kapitalist hayat tarzının ve kültürünün tüm insani nitelikleri yozlaştırdığını, bayağılaştırdığını ve çürüttüğünü tartışmasız bir biçimde görebiliyoruz. Kapitalizm ve kapitalizm adına bütün dünyada bir tahakküm ideolojisi olarak faaliyet halinde olan liberalizm, tam da büyük bir put olarak tebcil edildikleri bir dönemde, neden oldukları derin krizler sebebiyle, derin bir biçimde sorgulanabiliyor. Düşünce dünyalarımızı, algısal dünyalarımızı, hayat tarzlarımızı tekçi ve baskıcı yanlarıyla terörize eden bütün ideolojilerin, yapısal bir bunalım içerisinde olduklarını somut bir biçimde tespit ediyoruz.
Modern zamanlar boyunca, ahlaki sınırlardan bağımsız olan güçlüler, yalan/sahte ideolojiler aracılığıyla, faşizmi, zulmü, barbarlığı, sıradanlaştırdılar. Özellikle Türkiye, Yirminci Yüzyıl boyunca ideolojik modernliğin bütün baskılarını yaşadı. Türkiye, teknolojik ilerleme anlamında, maddi alanla sınırlı bir modernlikle çok ilgilenmedi; yalnızca ideolojik anlamda modernlikle ilgilendi. İdeolojik modernlik her tür geleneksel dogmatizmi reddetmek üzere hayata geçirildi ve sonra ideolojik modernliğin kendisi, ideolojik laikliğin kendisi benzersiz bir dogmatizme dönüştürüldü.
İslam dünyası toplumları, modern dünya sistemi ile ilgili olarak, ideolojik modernlik ve ideolojik laiklikle ilgili olarak güçlü sorular sormadılar, güçlü sorgulamalar yapmadılar, yapamadılar. Tanınmış sosyolog ve dünya sistemleri kuramcısı Immanuel Wallerstein, modern dünya sisteminin, Aydınlanma kavram ve kurumlarının, Fransız Devrimi kavram ve kurumlarının, yalnızca İmam Humeyni önderliğinde gerçekleşen İran İslam Devrimi tarafından bütün boyutlarıyla sorgulanarak reddedildiğini, devrimin bütün bu kavram ve kurumlara ihtiyaç duymaksızın İslami bir siyasal düzen kurduğunu belirtiyor. Yine tanınmış tarihçi Marc Ferro, İslam Devriminin, bütün dünyayı hayretler içerisinde bırakarak, sözün gücüyle, Amerika tarafından desteklenen askeri açıdan çok güçlü bir monarşiyi nasıl devirdiğini anlatıyor. İslam Devrimi, modern dünya sisteminin çıkarlarına alet olmadı. İslam Devrimi, İslami özelliği sebebiyle, modern ideolojik kategori ve yaklaşımlara tabi tutulamadı. Çünkü, İslam Devrimi, İslam dünyasında gerçekleştirilen ulusal kurtuluş mücadelelerinden tümüyle farklı bir nitelik taşıyordu. Ulusal kurtuluş mücadeleleri sisteme karşı mücadele ettiler, ancak, iktidara geldikten sonra sistemle bütünleştiler, sistemin bir parçası haline geldiler. İslam dünyası toplumları, İslami entelektüel hayat, Îslami hareketler/cemaatler, kimi zaman mezhepçi mülahazalarla, kimi zaman ulusçu/yerel mülahazalarla, kimi zaman hizipçi mülahazalarla İslam Devriminin bu büyük başarısı karşısında, kayıtsızlığı seçtiler. Çok sığ mezhep tartışmaları ile oyalanarak, bu büyük başarı karşısında ilgilerini ve takdir duygularını esirgediler. Bu noktada çok ilginç bir örnek verilebilir: "Hoşgörü" ve "diyalog" klişeleriyle, her yerde ve her dönemde güçlülerin yanında yer alan Neonurcu hareket, İslam Devrimine hiç bir şekilde "hoşgörü"yle yaklaşmadığı gibi, eleştirel dilin sınırlarını aşacak şekilde, İran İslam Devrimine ve devrimin liderine karşı çok kaba ve çok çirkin değerlendirmeler yaptı.
Kendi gündemlerinin, ilgilerinin büyüsüne kapılan toplumlar, cemaatler, hareketler, cemaat liderleri, hizipler hiç bir şekilde ve hiç bir zaman, kendi gerçekliklerini makûl bir şekilde, ölçülü bir şekilde değerlendiremezler. Topluma karşı, devletin desteklendiği toplumlarda; toplum iradesi ya da halk iradesi yalnızca bir fantezi olarak vardır. Popülist gelenekçiliğin ve muhafazakarlığın egemen olduğu Türkiye gibi toplumlarda yapısal anlamda siyasal değişim imkanı yoktur, her muhafazakarlık her muhafazakar konformist cemaat hareketi ya da siyasal hareket yine Türkiye'de yaşandığı üzere, her zaman devlet otoritesinin yanında yer alır. Bu tür toplumlarda öncelikle zihinsel bir dönüşümün gerçekleştirilmesi gerekir.
Popülist gelenekçilikler ve teslimiyetçi romantizmler İslami bir sistem oluşturma mücadelesini engellediği gibi, dönüştürücü hareketleri de engelliyor. Popülizmlere ve milliyetçiliklere yaslanarak oy kazanılabiliyor, ancak, siyasal bir mücadele kazanılamıyor. İçerisinde yaşadığımız dönemde hepimizin açıkça gördüğü üzere İslami mücadele/İslamcılık büyük ölçüde gelenekçi/ görenekçi/muhafazakar/ulusçu cemaatler/partiler tarafından zayıflatıldı. Her tür muhafazakarlığın değişim düşüncesine kapalı olduğunu bilmek gerekir. Muhafazakar cemaat hareketleri, muhafazakar siyasal hareketler, kabul etmek gerekir ki, bütün radikal yönelişleri/eğilimleri/hassasiyetleri/çabaları etkisizleştirmeyi, uysallaştırmayı başarmışlardır. Lakin geçmişte koşulları değiştirmek üzere yola koyulan kadrolar/eğilimler koşullar tarafından tanınmayacak ölçüde değiştirilmişler/savrulmuşlar, rüzgara bırakılan seçimler/tercihler yapmışlar, rüzgara bırakılmış hayatlar yaşamaya başlamışlardır. İdeallerimiz, gerçeklere yenilmiştir. Muhafazakar kesimler sahte umutlar peşinde çabalarını sürdürürken, kimi kesimler umut etmeyi bile unutmuşlardır. Geçmişte birlikte aynı heyecanları, aynı sorumlulukları, aynı kaygıları birlikte taşıdığımız kimi arkadaşlarımız/dostlarımız şimdilerde kendilerini kişisel çıkar mücadelelerine adamışlardır. Yeterli bağlılıklarımız, heyecanlarımız, aşklarımız, öfkelerimiz, yoğunluklarımız, niteliklerimiz, derinliklerimiz, ahlakımız, birikimimiz olsaydı, toplumlarımızı dönüştürebilirdik. Büyük düşüncelere ve büyük bir ahlaka, bağımsız ufuklara sahip olmadığımız takdirde, hiç bir hareketi gerçekleştiremeyiz. Her durumda itaat, her durumda teslimiyet ahlaki bir körlüğün, ahlaki bir felç durumunun adıdır. Soru sormaksızın bir cemaat önderine, ya da siyasal öndere bağlanan, bu önderlerin her sözünü, her tavrını tartışmasız bir yasa gibi kabul eden, her durumda kendi tercihleriyle mutlu olanlar; bu davranışlarıyla kendilerini sınırlandırır ve ufuklarını kapatırlar. Her hangi bir grubun tutsağı olan bireyler kendi hayatlarını kontrol edemezler. Farklı oluşumları, yaklaşımları, yöntemleri dinlemeye ve öğrenmeye ihtiyaç duymayan kimselerle konuşamayız. Hizip, cemaat, mezhep holiganlıklarının meşru sayılabildiği toplumlarda, kültürel çeşitlilik, derinlik ve zenginlik sağlanamaz.
İlahi vahiy, hepimize, ilahi iradenin sınırlarını çizdiği bir varoluş, hayat, siyaset ve ilişki tarzının içeriğini bir sorumluluk biçiminde yükler. Bizler, bütün bu yükümlülüklere imanımızla karşılıklar veririz. Hiç bir grup, hiç bir nedenle, kendi çıkarlarını gözeterek İslami bütünlüğü parçalayan, sınırlandıran, esneten bir söylem geliştiremez.