Yakup ÖZTÜRK • 77. Sayı / EDEBİYAT
Hocaların hocası Prof. Dr. Orhan Okay son zamanlarda farklı vesilelerle röportaj verdiği dergi ve gazetelerde günümüzdeki araştırmacıları beğenmediğini, kendisinin okuduğu dönemlerdeki gibi hocaların bugün olmadığını söylüyor. Birbirinden kıymetli çalışmalara imza atmış, uzun yıllar üzerinde çalıştığı Tanpınar monografisini yakın zamanda okura sunmuş olan Okay Hoca’nın neden böyle düşündüğünü merak ederken, onun nasıl bir tedrisâttan geçtiğini merak ettik ve günümüzde modern eğitim anlayışının getirdiği uzmanlaşmaya inat, edebiyata ve sosyal bilimlere bir bütün halinde bakmış, edebiyatın yanında birçok alanda söz sahibi olmayı kendisine ilke edinmiş bir Orhan Okay’la karşılaştık. Sonunda vardığımız netice şu oldu: Bugünün araştırmacısı okuduklarından bereket bulacak bir masumiyetin içerisinde değil! Zor zamanlarda, imkânların kısıtlı olduğu devirlerde sabırla büyük eserler peyda eden Okay’la aramızdaki makası bereket belirliyor. Burada sadece onun biyografisinden söz açacağız. Eserleri hakkında malumât sunmak ayrı bir bahis konusu. Ancak şunu söylememiz mümkün, yazdığı her bir eser, makale, ansiklopedi maddesi, o konu hakkında yazılan bütün yazıların referans kaynakları arasında gösterilir...
Aynı ortamı teneffüs etmekten sonsuz haz duyduğumuz kıymetli hocamız Orhan Okay 26 Ocak 1931 (7 Ramazan 1350) tarihinde sabaha karşı dünyaya geldi. Ömrünün ilk yirmi yılını Balat’ta geçirdi. Ortaokulu bitirirken eski harfli metinleri hızla yazıp okuyabiliyordu. Bazı Osmanlıca iştikakları kurallarını bilmese de çıkarabiliyordu. Coğrafya bölümünde okuyan ablasından edebiyat fakültesinin diğer bölümleri hakkında malumât topluyor, tam da bu yaşlarda kendisini Türk edebiyatının okunduğu bölüme hazırlıyordu.
İlk gençlik yıllarında cereyan eden Irkçılık-Turancılık davasını meraklı bir zihinle takip ediyordu. İran Türkleri, Bu Arslana Dokunmayın gibi yasaklı kitaplar onu kışkırtıyor, ilgisini çekiyordu. Eve gelen Son Telgraf gazetesinden “Çerçeve” köşesinin yazarı Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunu takip etmeye başladığında henüz ortaokulun ikinci sınıfındaydı. 1946’da amcasının dükkanına gelip giden Arap-Fars filolojisi öğrencisi Mustafa Sabri Sözeri’yi tanıdı. Onun vasıtasıyla Kapalıçarşı içindeki mescitte bir Cuma namazını kılmaya gittiğinde Serezli Hasip Efendi’yi dinledi. O gün, mescidin merdivenleri dibinde üniversiteli gençlerle sohbete koyulmuş Nurettin Topçu’yu da tanıdı. Birkaç ay sonra, 1947 Mart’ında Hareket dergisinin yeni dönemi başladı. Bu günler için “Büyük Doğu ve Hareket dergileri arasında, Hareket’e daha yakın, İslamî değerlerin ön planda geldiği bir milliyetçilik anlayışı bende yerleşmeye başladı” diyecekti. Vaktinin müsait olduğu zamanlarda Hareket’in tashihlerini yapacak, böylece Nurettin Topçu’yla daha yakından görüşecekti.
Lise yılları: Fethi Gemuhluoğlu, Behice Kaplan, Nurettin Topçu
Lise eğitimi için kaydolduğu Vefa Lisesi’ne geldiğinde heybesinde bunlar vardı... Lisenin eskiden mescit olarak kullanılan kütüphanesi eski eserler noktasında oldukça zengindi. El yazması bir Leyla vü Mecnun bulunduracak kadar... Oldukça eskimiş ve bakımsız olan eseri daha fazla yıpratmamak için uzun soluklu ele alamadı ama çevresindeki her şey onu Türkoloji’ye hazırlıyor gibiydi. Reşat Ekrem Koçu, Nurullah Ataç ve Burhan Felek’i burada dinlemişti. Ali Nihat Tarlan’ı ve Neyzen Tevfik’i de bu yıllarda tanıdı.
Vefa yıllarında tanıdığı başka bir mümtaz şahsiyet daha vardı. Bir nakşî halifesi olan, Fatih Çivizade Mescidi’nde imamlık yapan Kazanlı Abdülaziz Efendi. 1953’teki vefatına kadar evine gidip geldiği, “üzerimde hakkı var” dediği bir büyük alimdi o da. 1948’den itibaren Süleymaniye Camii’nde, cumartesi günleri öğle namazından sonra Tahir Olgun’un verdiği Mesnevi derslerini eksiksiz takip etmişti.
Gençlik yıllarıyla ilgili “Galiba her neslin bir ağabeyi vardır” dedikten sonra Fethi Gemuhluoğlu ve Rahmi Eray’ın adını anmıştı. Her ikisini de Babıâli’de Türk Kültür Ocağı toplantılarında tanımıştı. Lise yıllarında zaman zaman bu ocağın toplantılarına katılsa da üyesi olmamıştı. O yıllarda başkanı, edebiyat fakültesinde asistan olan Faruk Kadri Timurtaş’tı.
Daha sonraları kurulacak olan Türk Milliyetçiler Derneği’ne önce üye olarak girdi. Ardından yönetim kurulunda bulundu. Seksenden fazla şubesi olan derneğin bir gün partileşeceği korkusu zamanın hükûmetini harekete geçirdi. Dava edilen dernek üç ay içerisinde kapatıldı.
Rahmi Eray’ın evinde yapılan toplantılarda yeni bir dernek kurulmasının uzun uzadıya münakaşaları yapılıyordu. Hukuk fakültesinde öğrenci olan Ferruh Bozbeyli ile birlikte derneğin tüzüğünü hazırladı. (Bozbeyli yıllar sonra TBMM Başkanlığı da yapacaktı.) Yeni derneğin adı Milliyetçiler Derneği’ydi. Bu neslin en uzun ömürlü derneği olmuş ve 12 Eylül 1980’e kadar devam etmişti. Orhan Okay, 1955’te öğretmenlik yapmak üzere İstanbul’dan ayrıldıktan sonra derneğin faaliyetlerine bir daha katılmadı.
Lise yıllarında tanıdığı bir öğretmeni hayatının kırılma noktalarına temas edecekti: Mehmet Kaplan’ın eşi Behice Kaplan. Behice Kaplan, lisede edebiyat öğretmeniydi. Onun, Mehmet Kaplan’la tanışmasına kırk yılı aşkın bir zamandır sürecek akademik hayata adım atmasına bu tanışma vesile olmuştu.
Aruza hakimiyeti, Osmanlı Türkçesi’ne olan vukufiyeti sayesinde öğretmeni Behice Kaplan’ın dikkatini kısa sürede çekmişti. Eski yazıyla bir Yahya Kemal şiirleri defteri bile tutuyordu. Hatta bir gün, Kaplan öğrencisinden tek parti devrinde sınıfa müfettiş olarak giren Reşat Nuri Güntekin’e bu defteri göstermesini istemişti. Üstelik tahtaya kaldırıp abes-muktebes tartışmasına sebep olan beyti eski harflerle yazdırmıştı. Defteri ve bunu gören Reşat Nuri hayretini saklayamayacaktı.
Lisede felsefe grubu derslerine Nurettin Topçu girmeye başlayınca kendisinde, edebiyattan felsefeye doğru bir temayül hissetti. Topçu’nun derin tesiri altında kaldı. Artık kendisini üniversitede felsefe tahsil ediyor görüyordu. 1950’de felsefe bölümü öğrencisi oldu. İki ayrı bölümden sertifika mecburiyeti olduğu için Türk Dili ve Edebiyatı derslerine de devam etti. Fındıklı’daki bugün MSGS Fakültesi olan binada ilk iki yılını okudu.
Felsefe, Türkoloji, Mehmet Kaplan, Nihad Sami Banarlı
Hitler’in soykırımından kaçan Alman Yahudi ilim adamlarının Türkiye üniversitelerine gelmeleri bu yıllara rastlar. Bunlardan biri de Heimsoeth’tu. “Büyük bir kazanç” olarak nitelendirdiği bu ismin yanında daha pek çok yabancı hocadan dersler almıştı. Edebiyat ve felsefenin dışında akademik eğitiminde sosyal bilimlerin hemen her alanında hocalarla çalışma imkânı bulmuştu.
Felsefe ve sanat tarihi derslerinde karşılaştığı, kendisiyle pek konuşmamış olmakla birlikte çenesinin altındaki kahverengi, kırmızı sakalıyla (O yıllarda gençler pek sakal bırakmazdı diye not düşecektir) ve çevresindekilere sık sık Curzio Malaparte’den bahsedişiyle dikkatini çeken Yahudi bir genci hatırlayacaktı. Adı Israel Karasu’ydu bu gencin. Yani daha sonra Türk edebiyatının meşhur öykücüsü ve romancısı olacak olan Bilge Karasu.
Öğretmeni Behice Hanım’la irtibatını koparmayan Okay, hocasını bir gün Mehmet Kaplan’ın yanına Galata Köprüsü’ne giderken karşıladı. 1950 yılının kış aylarından bir gün. İlk defa Mehmet Kaplan’la burada karşılaşmıştı. Bu karşılaşma sırasında sohbetinde bulunduğu başka hocalar da olacaktı. Onlar, fakülte okumakla öğretmen olma ihtimalinin düşük olması sebebiyle ona Çapa’da açılacak öğretmen okuluna gitmesi hususunda telkinde bulundular. Orhan Okay da bu konuşmalar üzerine Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na başvurdu. Okulun felsefe öğrencisi kabul etmemesinden dolayı mecburi olarak Türkoloji’yi tercih etti. 1951 Şubatı’nda giriş imtihanlarında başarılı olunca fakültedeki bölümünü Türk Dili ve Edebiyatı olarak değiştirdi. Burada yatılı olarak dört yılı geçti. Nihad Sami Banarlı burada hocası olacak ve akademik hayatı boyunca istifade ettiği fişlerle çalışma alışkanlığını ondan kazacaktır. Okulun üçüncü yılından itibaren Orhan Şaik Gökyay da derslerine girdi. Orhan Okay bugün “Divan Edebiyatı’nın, özellikle dilinin, Osmanlıca’nın inceliklerini biraz biliyorsam ona borçlu olduğumu söylemeliyim” demektedir.
Türkoloji öğrenciliği sırasında bölüm dışından farklı bir sertifika programı seçmek zorunda olduğundan Sanat Tarihi bölümünden Türk Sanatı ve Avrupa Sanatı derslerini okudu. Burada da Alman bir profesör olan Kurt Erdmann’dan dersler aldı. Oktay Aslanapa’dan da Türk mimarisi ve çini sanatları hakkında dersler dinledi. Bunların yanısıra Türkoloji’yi destekleyecek olan Arap Fars Dilleri ve Edebiyatları (Şarkiyat) bölümünün sertifikalarını da almıştı. Tam da bu yıllarda hat sanatına ilgi duymuş, Halim Hoca ile meşke başlamıştı.
Fakültede ders aldığı isimler arasında Türk roman ve şiirinin büyük ismi Ahmed Hamdi Tanpınar da vardı.
Erzurum’a doğru
1951’de girdiği Türkoloji’den 1955 yılında mezun oldu. Bitirme tezini Kaplan Hoca’nın danışmanlığında “Abdülhak Hâmid’in Eserlerinde Muhayyilenin Tezahür Şekilleri” başlıklı konuyla teslim etti. Bugün İslam’da bilim meseleleri üzerine sonsuz kıymette çalışmalara imza atan Fuat Sezgin Hoca, o yıllarda Orhan Okay’a İslam Araştırmaları Entitüsü’nde asistanlık teklif etti. Okay orada “Müslim’in Kaynakları” üzerine bir doktora tezi hazırlayacaktı. Ancak açıkta kalma korkusundan öğretmenliği garantilemek isteyen Okay’ı, öğretmen okulundan dolayı altı yıl mecburi hizmet bekliyordu. Kaçınılmaz olarak öğretmenliğe başladı.
Zaman zaman bu enstitüde çalışamama durumu gelip yokladı Orhan Okay’ı. Orada kalsaydı belki de bugün bir ilahiyatçı olacak ya da sistemle ters düşen Fuat Zengin’in yakın dostu olduğu için akademik hayattan mahrum bırakılacaktı. Fuat Zengin 27 Mayıs askeri darbesi ardından üniversiteden atılan 147 akademisyen biriydi. Atıldıktan sonra Almanya’ya gitti. Orhan Okay ne yapacaktı? “Kaderin etrafımıza nasıl bir ağ ördüğünü” kimse bilemez.
İlk tayini Artvin’e çıktı. Tophane rıhtımından yola çıktı. Dört günde gemi yolculuğuyla Hopa’ya vardı. Oradan da Artvin merkeze. Askerlik öncesi ilk öğretmenlik tecrübesini burada geçirdi. Merzifon Astsubay Okulu’nda Türkçe öğretmeni asteğmen olarak askerlik vazifesini tamamladı. Daha sonra tekrar bir buçuk yıl Diyarbakır Lisesi’nde çalıştı. 1958’de Mehmed Kaplan’dan asistanlık teklifi aldı. Kaplan yeni kurulan Atatürk Üniversitesi’ne Edebiyat Fakültesi Dekanı olmuştu. Girdiği asistanlık imtihanından başarıyla çıkınca Kaplan’ın ilk asistanı oldu. Askerliği sırasında üniversiteden arkadaşı Mübeccel İnce ile nişanlandı. 1959 Temmuzu’nda da evlendi. Bir aylık evli iken Erzurum yollarına düştüler. 36 yıl sürecek olan Erzurum macerası başlamış oluyordu.
1960’ta Kaplan Hoca’nın üniversiteden ayrılmasının üzerine bütün yük Okay’la birlikte gelen asistanlara kalmıştı. Derslere girmek zorunda kalan asistanlar akademik çalışmalarına uzun süreli vakitler ayıramadılar. Erzurum’da iken Beşir Fuad üzerine doktora çalışmalarına başladı. Fotokopinin adının bile anılmadığı dönemlerde arşiv çalışması yaparak tezini vücuda getiren Hoca, bugün monografi kitapları dendiğinde ilk sırada anılan Beşir Fuad monografisini yazdı. Mehmed Kaplan’ın çalıştırdığı bu tez Yeni Türk Edebiyatı sahasında yapılan dördüncü doktora teziydi. 1963’te Kaplan, Ömer Faruk Akün ve Fahir İz’in bulunduğu jüri önünde tezini savunarak doktor oldu. Aynı yıl üniversite kontenjanından yararlanarak iki yıl yurtdışına, Paris’e gitti. Dönüşünden sonra 1994’te Sakarya’ya taşınana kadar Atatürk Üniversitesi’nde çalıştı. İki yıl Sakarya Üniversitesi’nde, üç yıl da Fatih Üniversitesi’nde bölüm kuruculuğu yaptıktan sonra 45 yıllık hocalığını geride bıraktı. Hâlen İSAM’da çalışmalarını sürdürüyor, 29 Mayıs Üniversitesi’nde dersler veriyor.
Orhan Okay mektebi
Akademik hayatı boyunca idari görevlerde bulunmaktan kaçındı. İdareciliğin bir süre sonra ihtiras hâlini alması her zaman onu korkuttu. İlim adamı olmanın önündeki tüm engelleri bertaraf etmek için çalıştı. Pek çok öğrenci yetiştirdi. Bunların hemen hepsi bugün Türkiye’nin farklı üniversitelerinde hocalık yapıyorlar. Yeni Türk Edebiyatı sahasında Orhan Okay, bu öğrenciler vasıtasıyla bir mektep kurmayı başardı. “Yaptırdığım bütün yüksek lisans ve doktora tezlerinin hepsi başarılı değildi” diyecek kadar da tevazu sahibidir. Öğrencileri arasında bugün edebiyatımıza mâl olmuş Mustafa Kutlu ve Nazan Bekiroğlu gibi isimlerin olmasından her zaman gurur duydu. İstanbul’a döndükten sonra akademik yayınlarında büyük bir artış oldu. Erzurum’da yazmak hususunda verimli olamadığını düşünmektedir. Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi çalışmasıyla doçent oldu. Necip Fazıl çalışması onu profesörlüğe yükseltti.
Babasının sandıktan bozma bir mobilyadan ona yaptığı ilk kütüphanesinin üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçti. Bugün Okay’ın on beş binin üzerinde kitabı bulunuyor. Son olarak şunu ekleyebiliriz ki mizaç ve davranışlarıyla kendisini Kaplan Hoca’ya daha yakın gören Orhan Okay, dünya görüşü ve felsefesiyle Topçu’ya bağlı.
Hocaların hocası Prof. Dr. Orhan Okay son zamanlarda farklı vesilelerle röportaj verdiği dergi ve gazetelerde günümüzdeki araştırmacıları beğenmediğini, kendisinin okuduğu dönemlerdeki gibi hocaların bugün olmadığını söylüyor. Birbirinden kıymetli çalışmalara imza atmış, uzun yıllar üzerinde çalıştığı Tanpınar monografisini yakın zamanda okura sunmuş olan Okay Hoca’nın neden böyle düşündüğünü merak ederken, onun nasıl bir tedrisâttan geçtiğini merak ettik ve günümüzde modern eğitim anlayışının getirdiği uzmanlaşmaya inat, edebiyata ve sosyal bilimlere bir bütün halinde bakmış, edebiyatın yanında birçok alanda söz sahibi olmayı kendisine ilke edinmiş bir Orhan Okay’la karşılaştık. Sonunda vardığımız netice şu oldu: Bugünün araştırmacısı okuduklarından bereket bulacak bir masumiyetin içerisinde değil! Zor zamanlarda, imkânların kısıtlı olduğu devirlerde sabırla büyük eserler peyda eden Okay’la aramızdaki makası bereket belirliyor. Burada sadece onun biyografisinden söz açacağız. Eserleri hakkında malumât sunmak ayrı bir bahis konusu. Ancak şunu söylememiz mümkün, yazdığı her bir eser, makale, ansiklopedi maddesi, o konu hakkında yazılan bütün yazıların referans kaynakları arasında gösterilir...
Aynı ortamı teneffüs etmekten sonsuz haz duyduğumuz kıymetli hocamız Orhan Okay 26 Ocak 1931 (7 Ramazan 1350) tarihinde sabaha karşı dünyaya geldi. Ömrünün ilk yirmi yılını Balat’ta geçirdi. Ortaokulu bitirirken eski harfli metinleri hızla yazıp okuyabiliyordu. Bazı Osmanlıca iştikakları kurallarını bilmese de çıkarabiliyordu. Coğrafya bölümünde okuyan ablasından edebiyat fakültesinin diğer bölümleri hakkında malumât topluyor, tam da bu yaşlarda kendisini Türk edebiyatının okunduğu bölüme hazırlıyordu.
İlk gençlik yıllarında cereyan eden Irkçılık-Turancılık davasını meraklı bir zihinle takip ediyordu. İran Türkleri, Bu Arslana Dokunmayın gibi yasaklı kitaplar onu kışkırtıyor, ilgisini çekiyordu. Eve gelen Son Telgraf gazetesinden “Çerçeve” köşesinin yazarı Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunu takip etmeye başladığında henüz ortaokulun ikinci sınıfındaydı. 1946’da amcasının dükkanına gelip giden Arap-Fars filolojisi öğrencisi Mustafa Sabri Sözeri’yi tanıdı. Onun vasıtasıyla Kapalıçarşı içindeki mescitte bir Cuma namazını kılmaya gittiğinde Serezli Hasip Efendi’yi dinledi. O gün, mescidin merdivenleri dibinde üniversiteli gençlerle sohbete koyulmuş Nurettin Topçu’yu da tanıdı. Birkaç ay sonra, 1947 Mart’ında Hareket dergisinin yeni dönemi başladı. Bu günler için “Büyük Doğu ve Hareket dergileri arasında, Hareket’e daha yakın, İslamî değerlerin ön planda geldiği bir milliyetçilik anlayışı bende yerleşmeye başladı” diyecekti. Vaktinin müsait olduğu zamanlarda Hareket’in tashihlerini yapacak, böylece Nurettin Topçu’yla daha yakından görüşecekti.
Lise yılları: Fethi Gemuhluoğlu, Behice Kaplan, Nurettin Topçu
Lise eğitimi için kaydolduğu Vefa Lisesi’ne geldiğinde heybesinde bunlar vardı... Lisenin eskiden mescit olarak kullanılan kütüphanesi eski eserler noktasında oldukça zengindi. El yazması bir Leyla vü Mecnun bulunduracak kadar... Oldukça eskimiş ve bakımsız olan eseri daha fazla yıpratmamak için uzun soluklu ele alamadı ama çevresindeki her şey onu Türkoloji’ye hazırlıyor gibiydi. Reşat Ekrem Koçu, Nurullah Ataç ve Burhan Felek’i burada dinlemişti. Ali Nihat Tarlan’ı ve Neyzen Tevfik’i de bu yıllarda tanıdı.
Vefa yıllarında tanıdığı başka bir mümtaz şahsiyet daha vardı. Bir nakşî halifesi olan, Fatih Çivizade Mescidi’nde imamlık yapan Kazanlı Abdülaziz Efendi. 1953’teki vefatına kadar evine gidip geldiği, “üzerimde hakkı var” dediği bir büyük alimdi o da. 1948’den itibaren Süleymaniye Camii’nde, cumartesi günleri öğle namazından sonra Tahir Olgun’un verdiği Mesnevi derslerini eksiksiz takip etmişti.
Gençlik yıllarıyla ilgili “Galiba her neslin bir ağabeyi vardır” dedikten sonra Fethi Gemuhluoğlu ve Rahmi Eray’ın adını anmıştı. Her ikisini de Babıâli’de Türk Kültür Ocağı toplantılarında tanımıştı. Lise yıllarında zaman zaman bu ocağın toplantılarına katılsa da üyesi olmamıştı. O yıllarda başkanı, edebiyat fakültesinde asistan olan Faruk Kadri Timurtaş’tı.
Daha sonraları kurulacak olan Türk Milliyetçiler Derneği’ne önce üye olarak girdi. Ardından yönetim kurulunda bulundu. Seksenden fazla şubesi olan derneğin bir gün partileşeceği korkusu zamanın hükûmetini harekete geçirdi. Dava edilen dernek üç ay içerisinde kapatıldı.
Rahmi Eray’ın evinde yapılan toplantılarda yeni bir dernek kurulmasının uzun uzadıya münakaşaları yapılıyordu. Hukuk fakültesinde öğrenci olan Ferruh Bozbeyli ile birlikte derneğin tüzüğünü hazırladı. (Bozbeyli yıllar sonra TBMM Başkanlığı da yapacaktı.) Yeni derneğin adı Milliyetçiler Derneği’ydi. Bu neslin en uzun ömürlü derneği olmuş ve 12 Eylül 1980’e kadar devam etmişti. Orhan Okay, 1955’te öğretmenlik yapmak üzere İstanbul’dan ayrıldıktan sonra derneğin faaliyetlerine bir daha katılmadı.
Lise yıllarında tanıdığı bir öğretmeni hayatının kırılma noktalarına temas edecekti: Mehmet Kaplan’ın eşi Behice Kaplan. Behice Kaplan, lisede edebiyat öğretmeniydi. Onun, Mehmet Kaplan’la tanışmasına kırk yılı aşkın bir zamandır sürecek akademik hayata adım atmasına bu tanışma vesile olmuştu.
Aruza hakimiyeti, Osmanlı Türkçesi’ne olan vukufiyeti sayesinde öğretmeni Behice Kaplan’ın dikkatini kısa sürede çekmişti. Eski yazıyla bir Yahya Kemal şiirleri defteri bile tutuyordu. Hatta bir gün, Kaplan öğrencisinden tek parti devrinde sınıfa müfettiş olarak giren Reşat Nuri Güntekin’e bu defteri göstermesini istemişti. Üstelik tahtaya kaldırıp abes-muktebes tartışmasına sebep olan beyti eski harflerle yazdırmıştı. Defteri ve bunu gören Reşat Nuri hayretini saklayamayacaktı.
Lisede felsefe grubu derslerine Nurettin Topçu girmeye başlayınca kendisinde, edebiyattan felsefeye doğru bir temayül hissetti. Topçu’nun derin tesiri altında kaldı. Artık kendisini üniversitede felsefe tahsil ediyor görüyordu. 1950’de felsefe bölümü öğrencisi oldu. İki ayrı bölümden sertifika mecburiyeti olduğu için Türk Dili ve Edebiyatı derslerine de devam etti. Fındıklı’daki bugün MSGS Fakültesi olan binada ilk iki yılını okudu.
Felsefe, Türkoloji, Mehmet Kaplan, Nihad Sami Banarlı
Hitler’in soykırımından kaçan Alman Yahudi ilim adamlarının Türkiye üniversitelerine gelmeleri bu yıllara rastlar. Bunlardan biri de Heimsoeth’tu. “Büyük bir kazanç” olarak nitelendirdiği bu ismin yanında daha pek çok yabancı hocadan dersler almıştı. Edebiyat ve felsefenin dışında akademik eğitiminde sosyal bilimlerin hemen her alanında hocalarla çalışma imkânı bulmuştu.
Felsefe ve sanat tarihi derslerinde karşılaştığı, kendisiyle pek konuşmamış olmakla birlikte çenesinin altındaki kahverengi, kırmızı sakalıyla (O yıllarda gençler pek sakal bırakmazdı diye not düşecektir) ve çevresindekilere sık sık Curzio Malaparte’den bahsedişiyle dikkatini çeken Yahudi bir genci hatırlayacaktı. Adı Israel Karasu’ydu bu gencin. Yani daha sonra Türk edebiyatının meşhur öykücüsü ve romancısı olacak olan Bilge Karasu.
Öğretmeni Behice Hanım’la irtibatını koparmayan Okay, hocasını bir gün Mehmet Kaplan’ın yanına Galata Köprüsü’ne giderken karşıladı. 1950 yılının kış aylarından bir gün. İlk defa Mehmet Kaplan’la burada karşılaşmıştı. Bu karşılaşma sırasında sohbetinde bulunduğu başka hocalar da olacaktı. Onlar, fakülte okumakla öğretmen olma ihtimalinin düşük olması sebebiyle ona Çapa’da açılacak öğretmen okuluna gitmesi hususunda telkinde bulundular. Orhan Okay da bu konuşmalar üzerine Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na başvurdu. Okulun felsefe öğrencisi kabul etmemesinden dolayı mecburi olarak Türkoloji’yi tercih etti. 1951 Şubatı’nda giriş imtihanlarında başarılı olunca fakültedeki bölümünü Türk Dili ve Edebiyatı olarak değiştirdi. Burada yatılı olarak dört yılı geçti. Nihad Sami Banarlı burada hocası olacak ve akademik hayatı boyunca istifade ettiği fişlerle çalışma alışkanlığını ondan kazacaktır. Okulun üçüncü yılından itibaren Orhan Şaik Gökyay da derslerine girdi. Orhan Okay bugün “Divan Edebiyatı’nın, özellikle dilinin, Osmanlıca’nın inceliklerini biraz biliyorsam ona borçlu olduğumu söylemeliyim” demektedir.
Türkoloji öğrenciliği sırasında bölüm dışından farklı bir sertifika programı seçmek zorunda olduğundan Sanat Tarihi bölümünden Türk Sanatı ve Avrupa Sanatı derslerini okudu. Burada da Alman bir profesör olan Kurt Erdmann’dan dersler aldı. Oktay Aslanapa’dan da Türk mimarisi ve çini sanatları hakkında dersler dinledi. Bunların yanısıra Türkoloji’yi destekleyecek olan Arap Fars Dilleri ve Edebiyatları (Şarkiyat) bölümünün sertifikalarını da almıştı. Tam da bu yıllarda hat sanatına ilgi duymuş, Halim Hoca ile meşke başlamıştı.
Fakültede ders aldığı isimler arasında Türk roman ve şiirinin büyük ismi Ahmed Hamdi Tanpınar da vardı.
Erzurum’a doğru
1951’de girdiği Türkoloji’den 1955 yılında mezun oldu. Bitirme tezini Kaplan Hoca’nın danışmanlığında “Abdülhak Hâmid’in Eserlerinde Muhayyilenin Tezahür Şekilleri” başlıklı konuyla teslim etti. Bugün İslam’da bilim meseleleri üzerine sonsuz kıymette çalışmalara imza atan Fuat Sezgin Hoca, o yıllarda Orhan Okay’a İslam Araştırmaları Entitüsü’nde asistanlık teklif etti. Okay orada “Müslim’in Kaynakları” üzerine bir doktora tezi hazırlayacaktı. Ancak açıkta kalma korkusundan öğretmenliği garantilemek isteyen Okay’ı, öğretmen okulundan dolayı altı yıl mecburi hizmet bekliyordu. Kaçınılmaz olarak öğretmenliğe başladı.
Zaman zaman bu enstitüde çalışamama durumu gelip yokladı Orhan Okay’ı. Orada kalsaydı belki de bugün bir ilahiyatçı olacak ya da sistemle ters düşen Fuat Zengin’in yakın dostu olduğu için akademik hayattan mahrum bırakılacaktı. Fuat Zengin 27 Mayıs askeri darbesi ardından üniversiteden atılan 147 akademisyen biriydi. Atıldıktan sonra Almanya’ya gitti. Orhan Okay ne yapacaktı? “Kaderin etrafımıza nasıl bir ağ ördüğünü” kimse bilemez.
İlk tayini Artvin’e çıktı. Tophane rıhtımından yola çıktı. Dört günde gemi yolculuğuyla Hopa’ya vardı. Oradan da Artvin merkeze. Askerlik öncesi ilk öğretmenlik tecrübesini burada geçirdi. Merzifon Astsubay Okulu’nda Türkçe öğretmeni asteğmen olarak askerlik vazifesini tamamladı. Daha sonra tekrar bir buçuk yıl Diyarbakır Lisesi’nde çalıştı. 1958’de Mehmed Kaplan’dan asistanlık teklifi aldı. Kaplan yeni kurulan Atatürk Üniversitesi’ne Edebiyat Fakültesi Dekanı olmuştu. Girdiği asistanlık imtihanından başarıyla çıkınca Kaplan’ın ilk asistanı oldu. Askerliği sırasında üniversiteden arkadaşı Mübeccel İnce ile nişanlandı. 1959 Temmuzu’nda da evlendi. Bir aylık evli iken Erzurum yollarına düştüler. 36 yıl sürecek olan Erzurum macerası başlamış oluyordu.
1960’ta Kaplan Hoca’nın üniversiteden ayrılmasının üzerine bütün yük Okay’la birlikte gelen asistanlara kalmıştı. Derslere girmek zorunda kalan asistanlar akademik çalışmalarına uzun süreli vakitler ayıramadılar. Erzurum’da iken Beşir Fuad üzerine doktora çalışmalarına başladı. Fotokopinin adının bile anılmadığı dönemlerde arşiv çalışması yaparak tezini vücuda getiren Hoca, bugün monografi kitapları dendiğinde ilk sırada anılan Beşir Fuad monografisini yazdı. Mehmed Kaplan’ın çalıştırdığı bu tez Yeni Türk Edebiyatı sahasında yapılan dördüncü doktora teziydi. 1963’te Kaplan, Ömer Faruk Akün ve Fahir İz’in bulunduğu jüri önünde tezini savunarak doktor oldu. Aynı yıl üniversite kontenjanından yararlanarak iki yıl yurtdışına, Paris’e gitti. Dönüşünden sonra 1994’te Sakarya’ya taşınana kadar Atatürk Üniversitesi’nde çalıştı. İki yıl Sakarya Üniversitesi’nde, üç yıl da Fatih Üniversitesi’nde bölüm kuruculuğu yaptıktan sonra 45 yıllık hocalığını geride bıraktı. Hâlen İSAM’da çalışmalarını sürdürüyor, 29 Mayıs Üniversitesi’nde dersler veriyor.
Orhan Okay mektebi
Akademik hayatı boyunca idari görevlerde bulunmaktan kaçındı. İdareciliğin bir süre sonra ihtiras hâlini alması her zaman onu korkuttu. İlim adamı olmanın önündeki tüm engelleri bertaraf etmek için çalıştı. Pek çok öğrenci yetiştirdi. Bunların hemen hepsi bugün Türkiye’nin farklı üniversitelerinde hocalık yapıyorlar. Yeni Türk Edebiyatı sahasında Orhan Okay, bu öğrenciler vasıtasıyla bir mektep kurmayı başardı. “Yaptırdığım bütün yüksek lisans ve doktora tezlerinin hepsi başarılı değildi” diyecek kadar da tevazu sahibidir. Öğrencileri arasında bugün edebiyatımıza mâl olmuş Mustafa Kutlu ve Nazan Bekiroğlu gibi isimlerin olmasından her zaman gurur duydu. İstanbul’a döndükten sonra akademik yayınlarında büyük bir artış oldu. Erzurum’da yazmak hususunda verimli olamadığını düşünmektedir. Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi çalışmasıyla doçent oldu. Necip Fazıl çalışması onu profesörlüğe yükseltti.
Babasının sandıktan bozma bir mobilyadan ona yaptığı ilk kütüphanesinin üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçti. Bugün Okay’ın on beş binin üzerinde kitabı bulunuyor. Son olarak şunu ekleyebiliriz ki mizaç ve davranışlarıyla kendisini Kaplan Hoca’ya daha yakın gören Orhan Okay, dünya görüşü ve felsefesiyle Topçu’ya bağlı.