Celil CİVAN • 73. Sayı / EDEBİYAT GÜNDEMİ
Günlük bir gazetede köşe yazarı olmanın popülerlik adına yararı olsa da entelektüellik bağlamında sıkıntıları vardır. Zira köşe yazarı sınırlı bir alanda “derdini” –derdi varsa tabii- anlatamamanın kaygısını taşır. Söz konusu derdini anlatma sorunu sadece sınırlı bir alana sahip olmaktan ibaret değildir. Gazete okurlara hitap eden bir meta işlevi görür ve köşe yazarları da bu satışı göze alarak okurların dikkatini ve merakını çeken yazılar yazmalı, okurların gazeteye yönelik algı edimleri çerçevesinde kalem oynatmalıdır. Bu tür bir yaklaşımsa yazarların dertlerini dile getirirken derinleşememelerine sebep olur.
Ülkemizdeki köşe yazarlarının farklı farklı meşreplerden olduğu gözlenebilir. Kendi özel hayatını müstehcen bir şekilde ortaya dökenler olduğu gibi, mizahi bir yaklaşımla entelektüellik taslama gayreti gösterip “gülünç” duruma düşenlere de rastlanır. Özellikle çoksatan gazetelerin köşe yazarları, gazetenin satması ve popülerlik adına olabildiğince derin gözüken ama alabildiğine yüzeysel yazılar yazarlar.
Elbette hem okunabilir hem de tabiri caizse “kesilip saklanabilir” yazılar yazan gazeteciler mevcut olsa da, bunların da konu olarak popüler meseleleri ele aldıkları görülür. Siyaset, memleket meseleleri ve polemikler yazarların okunmaları için yeterlidir ama iş sanata, edebiyata, felsefeye geldiğinde bazı yazarların hevesle başladıkları yazarlıklarını bıraktılarını, bazılarının ise açıksözlülükle “mürekkeplerinin kuruduğunu” itiraf ettiklerini görürüz.
Son tahlilde köşe yazarlığı Roland Barthes’ın “katiplik, yazmanlık” dediği kategoriye girer ve yazarlıktan kesin olarak ayrılır. Barthes’a göre birinciler “bir amaç belirlemişlerdir (tanıklık etmek, açıklamak, öğretmek), söz bu amacın aracından başka bir şey değildir; onlar için, söz bir “yapma”yı taşır, hiçbir zaman onu oluşturmaz. İşte dil bir bildirişim aracı, “düşünce”nin bir ileticisi durumuna getirilmiştir.” Demek ki bir katip için yazı, bir bildirimi iletme işlevi görür. Başka bir ifadeyle katip için “çift-anlamlılık, kendine dönüp üzerine kapanan bir bildiri” söz konusu olamaz. Zira bu son nitelikler yazmanlığı değil ama yazarlığı belirleyen özelliklerdir.
Barthes’a göre yazar yazmanın tam tersi bir konumda yer alır: “Seçimi ve emeğiyle geçişsiz olan sözünü kestirip attığı zaman bile bir çift-anlamlılığı başlattığını, kendini, çelişkin bir biçimde, çözülmesi gereken bir anıtsal sessizlik olarak sunduğunu, Jacques Rigaud'nun derin sözünden başka bir özdeyişi olamayacağını bilir: Kesinlediğim zaman bile sorarım gene.”
Başkaca söylersek yazar, gazete köşe yazısının sınırları dışında bir yerde konumlanır. Hatta, gazete dilinin doğrusal ve tek anlamlı yapısını göz önüne alırsak, bir yazarın köşe yazarı olması, gazetede dilsel bir kısa devreye sebep olur. Çünkü yazarın kendine örtülen dili, gündelik dille beslenen gazetenin doğrusallığına aykırılık teşkil eder.
Özellikle “Yusuf Üçlemesi”ni oluşturan Yumurta, Süt ve Bal isimli filmleriyle sadece estetik değil, ahlâki ve metafizik kaygıları olduğunu da gördüğümüz Semih Kaplanoğlu’nun 1996-2000 yılları arasında Radikal gazetesinde yazdığı yazılardan oluşan derleme, yönetmenin günlük bir gazetede de yazsa “yazarlıktan” –kendi üzerine kapanan ve çift-anlamlı bir dilden- taviz vermediğini gösteriyor. Kaplanoğlu, Karşılaşmalar isimli köşesinde gündeliğin uzağında, hatta gazete bağlamında düşünürsek, basbayağı gündeliğin “dışında” bir yazının izini sürüyor. Gazetenin varlığı gereği, görülürden, görünen gerçeklerden söz ettiğini hesaba katarsak Kaplanoğlu’nun yazıları, deneme ve hikâyenin imkânları çerçevesinde bize -tıpkı filmlerinde olduğu gibi- günlük hayatın ardındaki metafiziği işaret ediyor. Kitapta yer alan “Bitkilere Misafir Olmak” isimli yazıda Kaplanoğlu, yapmak istediğinin ipucunu da veriyor zaten: “Sahip olduğunuz şeyi görmesini bilecek gözler diliyorum size.” Bu cümleyle sona eren bir yazının bir günlük gazetede yer aldığını düşündüğümüzde söz konusu dileğin ironisi daha da belirginlik kazanıyor.
Kimi zaman yolculukların esrarlı izlerini, günlük hayatın karmaşası içinde göremediğimiz ayrıntıların şiirselliğini, zaman zaman filmlerinde gördüğümüz hikâyelerin ipuçlarını taşıyan yazılar, Kaplanoğlu’nun yönetmenliği yanında kaleminin de güçlü olduğunu gösteriyor. “Kapı” isimli yazısında, yazar olarak çocukluğunda dinlediği hikâyelerden beslendiğini söyleyen Kaplanoğlu, aynı yazıyı “kuyuyla tavan arasını birleştiren ahşap basamakları elimde bir mum inip çıkıyor ve hatırlayabildiklerimi yazıyorum” diye bitiriyor. Gazeteler, aydınlık odalarda oturan okurları hesaba katarken Kaplanoğlu, kimsenin uğramadığı karanlık ve soğuk tavan aralarıyla kuyuların seslerini dinliyor.
Semih Kaplanoğlu, Karşılaşmalar, İletişim Yayınları, 2011.
Günlük bir gazetede köşe yazarı olmanın popülerlik adına yararı olsa da entelektüellik bağlamında sıkıntıları vardır. Zira köşe yazarı sınırlı bir alanda “derdini” –derdi varsa tabii- anlatamamanın kaygısını taşır. Söz konusu derdini anlatma sorunu sadece sınırlı bir alana sahip olmaktan ibaret değildir. Gazete okurlara hitap eden bir meta işlevi görür ve köşe yazarları da bu satışı göze alarak okurların dikkatini ve merakını çeken yazılar yazmalı, okurların gazeteye yönelik algı edimleri çerçevesinde kalem oynatmalıdır. Bu tür bir yaklaşımsa yazarların dertlerini dile getirirken derinleşememelerine sebep olur.
Ülkemizdeki köşe yazarlarının farklı farklı meşreplerden olduğu gözlenebilir. Kendi özel hayatını müstehcen bir şekilde ortaya dökenler olduğu gibi, mizahi bir yaklaşımla entelektüellik taslama gayreti gösterip “gülünç” duruma düşenlere de rastlanır. Özellikle çoksatan gazetelerin köşe yazarları, gazetenin satması ve popülerlik adına olabildiğince derin gözüken ama alabildiğine yüzeysel yazılar yazarlar.
Elbette hem okunabilir hem de tabiri caizse “kesilip saklanabilir” yazılar yazan gazeteciler mevcut olsa da, bunların da konu olarak popüler meseleleri ele aldıkları görülür. Siyaset, memleket meseleleri ve polemikler yazarların okunmaları için yeterlidir ama iş sanata, edebiyata, felsefeye geldiğinde bazı yazarların hevesle başladıkları yazarlıklarını bıraktılarını, bazılarının ise açıksözlülükle “mürekkeplerinin kuruduğunu” itiraf ettiklerini görürüz.
Son tahlilde köşe yazarlığı Roland Barthes’ın “katiplik, yazmanlık” dediği kategoriye girer ve yazarlıktan kesin olarak ayrılır. Barthes’a göre birinciler “bir amaç belirlemişlerdir (tanıklık etmek, açıklamak, öğretmek), söz bu amacın aracından başka bir şey değildir; onlar için, söz bir “yapma”yı taşır, hiçbir zaman onu oluşturmaz. İşte dil bir bildirişim aracı, “düşünce”nin bir ileticisi durumuna getirilmiştir.” Demek ki bir katip için yazı, bir bildirimi iletme işlevi görür. Başka bir ifadeyle katip için “çift-anlamlılık, kendine dönüp üzerine kapanan bir bildiri” söz konusu olamaz. Zira bu son nitelikler yazmanlığı değil ama yazarlığı belirleyen özelliklerdir.
Barthes’a göre yazar yazmanın tam tersi bir konumda yer alır: “Seçimi ve emeğiyle geçişsiz olan sözünü kestirip attığı zaman bile bir çift-anlamlılığı başlattığını, kendini, çelişkin bir biçimde, çözülmesi gereken bir anıtsal sessizlik olarak sunduğunu, Jacques Rigaud'nun derin sözünden başka bir özdeyişi olamayacağını bilir: Kesinlediğim zaman bile sorarım gene.”
Başkaca söylersek yazar, gazete köşe yazısının sınırları dışında bir yerde konumlanır. Hatta, gazete dilinin doğrusal ve tek anlamlı yapısını göz önüne alırsak, bir yazarın köşe yazarı olması, gazetede dilsel bir kısa devreye sebep olur. Çünkü yazarın kendine örtülen dili, gündelik dille beslenen gazetenin doğrusallığına aykırılık teşkil eder.
Özellikle “Yusuf Üçlemesi”ni oluşturan Yumurta, Süt ve Bal isimli filmleriyle sadece estetik değil, ahlâki ve metafizik kaygıları olduğunu da gördüğümüz Semih Kaplanoğlu’nun 1996-2000 yılları arasında Radikal gazetesinde yazdığı yazılardan oluşan derleme, yönetmenin günlük bir gazetede de yazsa “yazarlıktan” –kendi üzerine kapanan ve çift-anlamlı bir dilden- taviz vermediğini gösteriyor. Kaplanoğlu, Karşılaşmalar isimli köşesinde gündeliğin uzağında, hatta gazete bağlamında düşünürsek, basbayağı gündeliğin “dışında” bir yazının izini sürüyor. Gazetenin varlığı gereği, görülürden, görünen gerçeklerden söz ettiğini hesaba katarsak Kaplanoğlu’nun yazıları, deneme ve hikâyenin imkânları çerçevesinde bize -tıpkı filmlerinde olduğu gibi- günlük hayatın ardındaki metafiziği işaret ediyor. Kitapta yer alan “Bitkilere Misafir Olmak” isimli yazıda Kaplanoğlu, yapmak istediğinin ipucunu da veriyor zaten: “Sahip olduğunuz şeyi görmesini bilecek gözler diliyorum size.” Bu cümleyle sona eren bir yazının bir günlük gazetede yer aldığını düşündüğümüzde söz konusu dileğin ironisi daha da belirginlik kazanıyor.
Kimi zaman yolculukların esrarlı izlerini, günlük hayatın karmaşası içinde göremediğimiz ayrıntıların şiirselliğini, zaman zaman filmlerinde gördüğümüz hikâyelerin ipuçlarını taşıyan yazılar, Kaplanoğlu’nun yönetmenliği yanında kaleminin de güçlü olduğunu gösteriyor. “Kapı” isimli yazısında, yazar olarak çocukluğunda dinlediği hikâyelerden beslendiğini söyleyen Kaplanoğlu, aynı yazıyı “kuyuyla tavan arasını birleştiren ahşap basamakları elimde bir mum inip çıkıyor ve hatırlayabildiklerimi yazıyorum” diye bitiriyor. Gazeteler, aydınlık odalarda oturan okurları hesaba katarken Kaplanoğlu, kimsenin uğramadığı karanlık ve soğuk tavan aralarıyla kuyuların seslerini dinliyor.
Semih Kaplanoğlu, Karşılaşmalar, İletişim Yayınları, 2011.