Celil CİVAN • 75. Sayı / EDEBİYAT
Borges’de zaman kavramı iki türlü işler: Bir yanda her şeyi silip süpüren, insandan habersiz bir zaman vardır, diğer yandaysa her şeyi usul usul biriktirip, saklayan bir zaman. İlki “ihtiyar” Borges’i hüzünlendirirken ikincisi “yazar” Borges’i hem sevindirir hem de tedirgin eder. Sevindirir çünkü ikincisi gibi işleyen bir zaman, hiçbir şeyin kaybolup gitmesine izin vermez. En sıradan olgular bile bu zamanın içinde kendine uygun bir yer bulur. Burası aslında edebiyatın mekânıdır. O yüzden zaten edebiyatçıları, tarihçileri, sıradan insanların hikâyelerini çok sever Borges. Onlar asla kaybolmazlar. Roma ne kadar önemliyse, Buenos Aires sokakları da o kadar önemlidir. Sezar tarihten silinmeyecekse, herhangi bir kabadayı veya asker de her daim var olacaktır. Edebiyat, söz konusu sonsuz zamanın işlemesine imkân sağlayan zemindir.
Borges’i sevindirdiği kadar ürküten de bu imkândır işte: Artık her şey yazının sonsuz döngüsü içine girmiş, hiçbir zaman kaybolup gitmeyecek bir düzeneğin parçası haline gelmiştir. Bu bir yanıyla belleğe atıf yapar. Yazının evreninde olan bitenin sicilinin tutulması, her şeyi eşdeğer kılar. Tarihin hikâyeden farkı kalmaz. Kahramanla sokak serserisini, önemli bir yapıtla sahte bir kurguyu ayıracak kıstas yok olur. Borges için bunun çok da önemli olmadığı söylenebilir. Zira onun için sokak serserisi de bir komutan veya savaşçı kadar dikkate değerdir. Asıl ürkütücü olan yazının kendini sürekli yineleyip durmasıdır. Başka bir ifadeyle kainatta var olmuş, olan ve olacak her şey durmadan dönmekte, yeniden olup bitmektedir. Felsefi düzlemde değer sorunu kadar anlam sorunu da devreye girer öyleyse: Bütün kainat kendini yineliyorsa herhangi bir şeyin anlamı olabilir mi?
Bu genel ve düşündürücü soru, Borges bağlamında “edebiyatın bir anlamı var mı?” şeklini alır. Her büyük yazar gibi Borges’i de endişeye sürükleyen bir meseledir bu. Sorunun bir diğer versiyonu, tekrar ile fark arasındaki ayrıma odaklanır: Her şey tekrar etse de aynı mı kalır? Borges’in vereceği cevaba, en çok korktuğu nesneden yola çıkılarak bakılabilir.
“Aynaların dehşetini duyumsamış olan ben” diyor bir şiirinde yazar, başka bir metindeyse “Aynaları endişeyle gözlediğimi biliyorum.” Neden bu kadar ürkütücüdür aynalar? “Kimi zaman gerçekleri saptırmalarından, kimi zaman da tuhaf talihsizlikler yüzünden aynalarda yüzümün şekil değiştirmesinden korkuyordum.”
Her şeyi çoğaltan ayna, tekinsiz bir nesnedir. Çünkü aynada görülen, birebir aynı şey değildir. Onun aynanın dışındaki nesneyi gösterdiğini biliriz ama artık başka bir yerde, başka bir nesne olduğunu da sezeriz. Nesnenin ikizi, nesneye o kadar benzer ki aslında o değildir. Dolayısıyla Borges’in dediği gibi aynalar gerçeği “saptırır”. Benzer bir tekinsizlik yazının kendisi için de geçerli değil midir? Yazı da nesneleri, kişileri ve gerçeği çoğaltır ama artık “kimi zaman” değil, her zaman saptırarak yapar bunu. Edebiyatın imkânı, gerçeğin tekinsiz bir ikizini ürettiği için tedirgin edici bir işlevi de ima eder. Tedirgin edicidir, çünkü çoğalan ikiz, gerçeğin aynısı değildir. Kimi zaman gerçeğin yerine geçen bambaşka bir varlıktır o.
Bu tekinsiz nesne, edebiyatın anlamının olduğunu söyler. Yazının evreni içine sıkışan her şey tekrar edip dursa da farklıdır artık. Sıradan bir insan, aileden biri, bir kahraman, bir kitap veya olay, yazıyla birlikte döngüsel bir zamanın içinde, sonsuza kadar kendi halinde “yaşamaya” devam eder. İhtiyar Borges için kaybolup giden hayat, yazar Borges için, bir hikâyesine verdiği adla “sonsuz bellekte” varlığını korumayı sürdürür. Belki de bu yüzden her şeyin yinelenmesine rağmen edebiyata olan sevgisini kaybetmemiş, yazmaya devam etmiştir Borges.
Ancak edebiyatın sınırlarına dahil olan “yaşam”, başka bir meseleyi dile getirir. O da, yazılanların yazıdan ibaret olmasıdır. Karanlığa gömülen dünyanın tek korunağı harfler olsa da harflere dönüşen dünya artık gerçek değildir. Kâğıda “gül” yazdığımız anda duyumsadığımız gül çoktan kaybolup gider. Ama o giden gülün yaşaması için başka da bir seçeneğimiz yoktur. Çoğalan gül, dışarıdaki gülün çarpık ikizidir, ama gülü hatırlamamız için yazı sahip olduğumuz tek imkân gibi görünür. Doğru, edebiyat hafızayı koruduğu için umut, gerçeği çarpıttığı için korku verir. Aynı zamanda gerçeği sahte, sahteyi gerçek yaptığı için de tedirgin eder. Ama aynı ürkütücü tekinsizlik, edebiyatın evcilleştirilemez gücünü gösterir. Gerçeğin saptırılması, bir sorun olarak ele alınabileceği gibi, gerçeğin çok da gerçek olmadığını, edebiyat kendisinde gerçeği değiştirebilme gücü olduğunu ima eder. Dahası, edebiyatın bir kurmaca, hikâye ve masaldan ibaret olmayıp gerçekle doğrudan temas kuran bir edim olduğunu söyler.
Yazar ise, söz konusu sorunların cevabını bulmaktan çok, her çözümde yeni sorunlarla karşılaşan kişidir. Belki de yazar olmak -Borges gibi- birbirine açılan katmanlar arasındaki tedirgin yolculuğun adıdır.
Jorge Luis Borges
Yaratan
Çev. Peral Bayaz Charum-Ayşe Nihal Akbulut
İletişim Yayınları, 2011, 98 s
Borges’de zaman kavramı iki türlü işler: Bir yanda her şeyi silip süpüren, insandan habersiz bir zaman vardır, diğer yandaysa her şeyi usul usul biriktirip, saklayan bir zaman. İlki “ihtiyar” Borges’i hüzünlendirirken ikincisi “yazar” Borges’i hem sevindirir hem de tedirgin eder. Sevindirir çünkü ikincisi gibi işleyen bir zaman, hiçbir şeyin kaybolup gitmesine izin vermez. En sıradan olgular bile bu zamanın içinde kendine uygun bir yer bulur. Burası aslında edebiyatın mekânıdır. O yüzden zaten edebiyatçıları, tarihçileri, sıradan insanların hikâyelerini çok sever Borges. Onlar asla kaybolmazlar. Roma ne kadar önemliyse, Buenos Aires sokakları da o kadar önemlidir. Sezar tarihten silinmeyecekse, herhangi bir kabadayı veya asker de her daim var olacaktır. Edebiyat, söz konusu sonsuz zamanın işlemesine imkân sağlayan zemindir.
Borges’i sevindirdiği kadar ürküten de bu imkândır işte: Artık her şey yazının sonsuz döngüsü içine girmiş, hiçbir zaman kaybolup gitmeyecek bir düzeneğin parçası haline gelmiştir. Bu bir yanıyla belleğe atıf yapar. Yazının evreninde olan bitenin sicilinin tutulması, her şeyi eşdeğer kılar. Tarihin hikâyeden farkı kalmaz. Kahramanla sokak serserisini, önemli bir yapıtla sahte bir kurguyu ayıracak kıstas yok olur. Borges için bunun çok da önemli olmadığı söylenebilir. Zira onun için sokak serserisi de bir komutan veya savaşçı kadar dikkate değerdir. Asıl ürkütücü olan yazının kendini sürekli yineleyip durmasıdır. Başka bir ifadeyle kainatta var olmuş, olan ve olacak her şey durmadan dönmekte, yeniden olup bitmektedir. Felsefi düzlemde değer sorunu kadar anlam sorunu da devreye girer öyleyse: Bütün kainat kendini yineliyorsa herhangi bir şeyin anlamı olabilir mi?
Bu genel ve düşündürücü soru, Borges bağlamında “edebiyatın bir anlamı var mı?” şeklini alır. Her büyük yazar gibi Borges’i de endişeye sürükleyen bir meseledir bu. Sorunun bir diğer versiyonu, tekrar ile fark arasındaki ayrıma odaklanır: Her şey tekrar etse de aynı mı kalır? Borges’in vereceği cevaba, en çok korktuğu nesneden yola çıkılarak bakılabilir.
“Aynaların dehşetini duyumsamış olan ben” diyor bir şiirinde yazar, başka bir metindeyse “Aynaları endişeyle gözlediğimi biliyorum.” Neden bu kadar ürkütücüdür aynalar? “Kimi zaman gerçekleri saptırmalarından, kimi zaman da tuhaf talihsizlikler yüzünden aynalarda yüzümün şekil değiştirmesinden korkuyordum.”
Her şeyi çoğaltan ayna, tekinsiz bir nesnedir. Çünkü aynada görülen, birebir aynı şey değildir. Onun aynanın dışındaki nesneyi gösterdiğini biliriz ama artık başka bir yerde, başka bir nesne olduğunu da sezeriz. Nesnenin ikizi, nesneye o kadar benzer ki aslında o değildir. Dolayısıyla Borges’in dediği gibi aynalar gerçeği “saptırır”. Benzer bir tekinsizlik yazının kendisi için de geçerli değil midir? Yazı da nesneleri, kişileri ve gerçeği çoğaltır ama artık “kimi zaman” değil, her zaman saptırarak yapar bunu. Edebiyatın imkânı, gerçeğin tekinsiz bir ikizini ürettiği için tedirgin edici bir işlevi de ima eder. Tedirgin edicidir, çünkü çoğalan ikiz, gerçeğin aynısı değildir. Kimi zaman gerçeğin yerine geçen bambaşka bir varlıktır o.
Bu tekinsiz nesne, edebiyatın anlamının olduğunu söyler. Yazının evreni içine sıkışan her şey tekrar edip dursa da farklıdır artık. Sıradan bir insan, aileden biri, bir kahraman, bir kitap veya olay, yazıyla birlikte döngüsel bir zamanın içinde, sonsuza kadar kendi halinde “yaşamaya” devam eder. İhtiyar Borges için kaybolup giden hayat, yazar Borges için, bir hikâyesine verdiği adla “sonsuz bellekte” varlığını korumayı sürdürür. Belki de bu yüzden her şeyin yinelenmesine rağmen edebiyata olan sevgisini kaybetmemiş, yazmaya devam etmiştir Borges.
Ancak edebiyatın sınırlarına dahil olan “yaşam”, başka bir meseleyi dile getirir. O da, yazılanların yazıdan ibaret olmasıdır. Karanlığa gömülen dünyanın tek korunağı harfler olsa da harflere dönüşen dünya artık gerçek değildir. Kâğıda “gül” yazdığımız anda duyumsadığımız gül çoktan kaybolup gider. Ama o giden gülün yaşaması için başka da bir seçeneğimiz yoktur. Çoğalan gül, dışarıdaki gülün çarpık ikizidir, ama gülü hatırlamamız için yazı sahip olduğumuz tek imkân gibi görünür. Doğru, edebiyat hafızayı koruduğu için umut, gerçeği çarpıttığı için korku verir. Aynı zamanda gerçeği sahte, sahteyi gerçek yaptığı için de tedirgin eder. Ama aynı ürkütücü tekinsizlik, edebiyatın evcilleştirilemez gücünü gösterir. Gerçeğin saptırılması, bir sorun olarak ele alınabileceği gibi, gerçeğin çok da gerçek olmadığını, edebiyat kendisinde gerçeği değiştirebilme gücü olduğunu ima eder. Dahası, edebiyatın bir kurmaca, hikâye ve masaldan ibaret olmayıp gerçekle doğrudan temas kuran bir edim olduğunu söyler.
Yazar ise, söz konusu sorunların cevabını bulmaktan çok, her çözümde yeni sorunlarla karşılaşan kişidir. Belki de yazar olmak -Borges gibi- birbirine açılan katmanlar arasındaki tedirgin yolculuğun adıdır.
Jorge Luis Borges
Yaratan
Çev. Peral Bayaz Charum-Ayşe Nihal Akbulut
İletişim Yayınları, 2011, 98 s