Yakup ÖZTÜRK • 78. Sayı / EDEBİYAT
Klasik edebiyatımızda şiir, modern edebiyatımızdaysa hem şiir hem de nesir yoluyla Ramazan’a dair imge, hatırat ve düşüncelerle karşılaşırız. Edebiyatçı için Ramazan, bazen Ramazanla birlikte gelen literatürden de faydalanmak demektir. Bunu klasik edebiyatımızda sıkça görüyoruz. Bazen, toplumun içerisinde bulunduğu felaketlerden kurtulmak için Allah’a bir yakarış vasıtasıdır Ramazan. Mehmed Akif Ersoy’un “Ramazan” şiirinde dile getirdiği gibi “Yâ Rab! Şu muazzam Ramazan hürmetine / Kaldır aradan vahdete hâil ne ise / Yâ Rab! Şu asırlarca süren tefrikadan / Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se” mısraları buna güzel bir örnek. Bazı durumlarda da sanatçının çektiği düşünce ıstıraplarından boşalma arzusu olarak karşımıza çıkıyor. Bilhassa, Yahya Kemal’in “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiiri, bir Müslüman mahallesindeki iftar heyecanına ortak olamamanın hüznünü taşıyor.
Şiirimizde tevhid, münacat ve naatlar kadar büyük bir yer tutmasa da Ramazan’ı söz konusu eden Ramazaniyelerin sayısı oldukça yüksek. Ramazan, medeniyetimizi taşıyan temel yapı taşlarının başında geliyor. Süheyl Ünver merhum “Ramazan medeniyeti” ifadesini, bu topraklarda Ramazan’a dair kurulan geleneği göz önüne getirerek söylemişti. Böyle bir durum karşısında Türk Edebiyatı, Ramazan-ı Şerif’e karşı kayıtsız kalmayacak hatta edebiyat içerisinde ona müstakil bir alan açarak, sadece Ramazan’dan bahseden eserler vücuda getirecektir. Ramazaniye, Ramazan ayı vesilesiyle şairlerin padişaha ve ekâbire sundukları kasidelerdi. Bu kasidelerin giriş bölümlerinde Ramazanın gelişi, faziletleri, oruçlunun hâlleri, camilerin tezyinâtı, iftar ve sahur sofraları anlatılırdı.
Klasik Türk Edebiyatı’nda Ramazaniye
Klasik Türk Edebiyatı’nda Ramazan’la ilgili kavramlar sadece dinî özellikleriyle ele alınmıyor. Zaman zaman şairler klasik edebiyatın mazmun (sembol) geleneğinden yararlanarak Ramazan’ı bir güzele hatta bir zabıta memuruna benzetebilirler. Bu, Ramazan’ın toplum hayatında tuttuğu yerin ne denli büyük olduğunu gösteriyor. Ayrıca şairler, aşk, ayrılık, vuslat gibi duyguları anlatırken benzetme unsuru olarak Ramazan’ı sevgili makamındaki bir insanmış gibi değerlendirebilirler. Oruç ayrılığa, bayram kavuşmaya delalet ediyor. Nev‘î bir kasidesinde “Takarrüb kesb eden ârif temennâ-yı visâl etmez / Ki hiç savm-ı visâl ehline fikr-i rûz-ı ıyd olmaz” diyor. Şair, bir başka şiirinde de minarelerin ucunu süsleyen kandillerin, bayram gelince selvi boyluların elinde adeta birer kadeh olduğunu söylüyor.
Ramazan ayını mübarek kılan önemli bir hadise de Kur’an-ı Kerim’in nâzil olmaya başlandığı Kadir Gecesi’ni içinde barındırması. Bin aydan daha hayırlı bir gece olan Kadir Gecesi’ni 15. asrın şairlerinden Şeyhî bir beytinde şöyle anıyor: “Bu gece kadri bin aydan yeg ise tan mı Hak / Kudret ile şeb-i kadr etdi mukadder bu gece.”
Kâmî de Kadir Gecesi’nde uyumamanın faziletine dikkati çeker: “Bilelim kadrini savmın gece kâim olalım / Olmaya göz göre kadri gözümüzden pinhân.”
Niyâzî Mısrî de Ramazan’ın gidişiyle birlikte müminlerin hüzünlenmesini anlatır: “Yine firkat nârına yandı cihân / Hasretâ gitti mübârek Ramazân / Nûr ile bulmuştu âlem yeni can / Firkatâ gitti mübârek Ramazân.”
Ramazaniyelerin en tanınmışı Sâbit’in Baltacı Mehmed Paşa’ya sunduğu şiirdi. Bunun dışında Surûrî, Kâmî, Nedîm, Süleyman Nahifî Efendi, Sünbülzâde Vehbî, Koca Râgıp Paşa, Leyla Hanım Ramazaniye yazmışlardı. Enderunlu Fazıl, edebiyatımızda en çok Ramazaniye yazan şairdir.
Klasik Türk Edebiyatı’nda Ramazaniyelere 14. asırdan itibaren rastlıyoruz. Yunus Emre’nin yazdığı Ramazaniye de bu asra ait. Bu asır aynı zamanda klasik edebiyatımızın gün güzüne çıktığı zaman dilimini kapsıyor. Bu açıdan bakıldığında Ramazaniyeler’in, klasik edebiyatımızın en eski türlerinden biri olduğu ortaya çıkıyor.
Mehmet Emin Ertan, Ramazan-ı Şerif hakkında üç ayrı manzume olduğunu belirtiyor. Bunlar sırasıyla Ramazan, savm, sıyam, oruç, rûze, mâh-ı sıyâm, şeb-i rûz ifadelerini açıkça kullanan Eski Türkçe Dönemi’ne ait metinler; Ramazan’la doğrudan bir ilgisi olduğu halde Farsça yazılanlar ki Hz. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in “Sıyam Kasidesi” Farsça kaleme alınmış. Son sınıfa ait olanlar ise, içerisinde Ramazan’la ilgili hiçbir ifade bulunmadığı halde Ramazan’ı imâ eden manzumeler. Rumelili Za’îfi’nin “Bir dahî mescidde görürsen beni öldüresin / Sakiyâ sabr eyle bayram irtesi oldun hele” mısraları, içerisinde Ramazan ayına dair bir söz grubu olmamasına rağmen Ramazan’ı çağrıştırır.
Ramazaniyeler’in, diğer türlere nazaran daha sade bir dille inşa edildiği muhakkak. Çünkü bu metinler doğrudan halkı ilgilendiren bir konudan söz açıyor. Halk, sade dil vasıtasıyla Ramazaniyeler’e daha kolay nüfuz edebiliyor. Ramazaniyeler’in bir diğer özelliği ise, edebiyatımıza dinî literatürün girmesinde öncülük etmiş olmaları. İslamî kavramlar bu türden manzumeler sayesinde şiir bahsinde sıkça geçiyor. Bilhassa rahle, imsak, iftar, teravih gibi kavramlar bu şiirlerde sıklıkla karşımıza çıkıyor. Sâbit’in “Alınır mı Ramazan sofılarından Mushâf / Rahlenün nevbetini beklemeyince insan” beyti buna açık bir örnek.
Tanzimat sonrası metinlerde Ramazan
Modern türlerin edebiyatımıza girmesiyle Ramazan’la ilgili edebiyatçıların kaleme aldıkları metinlerin sınırı şiirin yanında farklı türlere doğru bir genişleme seyretti. Özellikle, hatıratta ve nesir yazılarında edebiyatçılar ya kendi hatıralarını kâğıda aktardılar ya da kurguladıkları roman ve hikâyelerde Ramazan sahnelerini tasvir ettiler. Tanzimat’tan günümüze her dönemde Ramazan’la ilgili metinler bulunuyor. Bu metinlerin şüphesiz pek çok ortak tarafı var ancak en önemlisi Ramazan zevk ve kültürünün her geçen gün Müslümanlar arasından biraz daha buharlaşıp uzaklaştığını göstermesi. Bu bir “Eski Ramazanlar’a nostalji” eleştirisi değil sadece durum tespiti. Yılda bir defa hanelerimizi ziyaret eden Ramazan, gelirken ayrı, giderken apayrı hazırlıklarla ağırlanırmış. Her alanda girdiğimiz zevk ve estetik tıkanmışlığı ne yazık ki Ramazan’a da ataletini bulaştırmış. Refik Halid Karay’ın, Hüseyin Rahmi’nin, Ahmed Rasim’in ve daha nicelerinin Ramazan yazılarını okuyanlar, bugünkü Ramazan kültürünün ne kadar güdük kaldığını göreceklerdir.
Refik Halid Karay’ın, “Berat kandili geçince evde Ramazan hazırlığına başlanırdı. İki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştanbaşa yıkanır, günlerce tahta gıcırtıları...” satırlarıyla başladığı “Eski Zamanlarda Ramazan Hazırlığı” başlıklı yazısında bahsettiğimiz Ramazan kültürünün nasıl olduğunu görüyoruz. Satırlar öyle ilerliyor ki Ramazan sofrası için gösterilen önem bize “Keşke her gün Ramazan olsa” dedirtiyor. Kaybolan bir sofra geleneği var. Karay’ın yalnızca Ramazan için yapılan reçellere dair yazısını okumak bile yetiyor: “Ben yeşilimtırak kabuğu içinden yine yeşilce eti ve beyazımsı çekirdeği sezilen hünnap reçelini tercih ederdim. Frenk üzümü ile çilek de hoşuma giderdi.” Bugün, hünnap meyvesini hangimiz biliyoruz ki reçelinden haberdar olalım?
Türk romanının şüphesiz en değerli yazarlarından biri de Hüseyin Rahmi Gürpınar. Mahalle hayatını, eski İstanbul’u, insanı tesirli bir biçimde anlatmayı her zaman başarmış Hüseyin Rahmi’nin mahallede, mahallece yaşanan Ramazan hakkında yazmamış olması düşünülemez. “İlk Orucum” başlığını verdiği yazısında çocukluğunda hevesle oruca kalkıp öğleden aşırı bir vakitte gizlice orucunu bozmaya çalışırken evin kalfasına nasıl yakalandığını, kalfayla anlaşıp sattığı orucun parasının yarısını kalfaya verişini muzip bir dille anlatıyor: “Üç gün sonra hacı nineme bir oruç daha sattım”.
Ahmed Rasim “İftar Yemekleri” başlıklı yazısında kalemi Refik Halid’in bıraktığı yerden alıyor ve halk içinde mevkiin, nâmın ortadan kalktığı iftar sofralarını anlatıyor. “Büyük konaklarda kurulan iftar sofralarına kim olduğunuz hiç önemli değil, gelip oturabilirsiniz. Size kimse bir şey sormaz. Yemeğinizi, meyvenizi yer, hatta Yemen kahvenizi içer, çıkar giderdiniz. Gelenek böyle işler.”
Yahya Kemal Beyatlı, edebiyat ve Ramazan denilince “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiiriyle aklımıza nakşolmuş bir şair. Ancak onun bu şiiri dışında Ramazan’dan söz açtığı “Kandiller Yanarken” başlıklı bir yazısı var. Şair, burada Ramazan’la Türk ve İslam medeniyetini buluşturuyor ve son cümleyi şu tesirli sözler kuruyor: “Her sene gibi bu sene de Ramazan girerken biraz gurbetten çıkacağız.”
Necip Fazıl Kısakürek, Cinnet Mustatili’nde bir Ramazan ayı, hapiste yattığı sırada iftara yakın bir vakit kendisine karpuz getiren, tanımadığı bir adamı anlatıyor. İçinde bulunduğu hal şu satırlarda ortaya çıkıyor. “İşte hasbî, her türlü nefs oyunundan uzak, Allah için verilen hediye... Bu meçhul Müslüman’dan tüten edayı ömrümce unutamam... Keşke o karpuzu kesmeseydim; hep ona bakıp düşünseydim. İslâm ahlâkını fikretseydim, ağlasaydım, ağlasaydım...”
Çağdaş Türk şiirinin büyük şairlerinden Sezai Karakoç’un Samanyolunda Ziyafet adını verdiği oruç yazıları, Ramazan edebiyatımız söz konusu olduğunda akla gelen ilk eserlerden. “İşte oruç, külü deşer, betonları kırar, eskiyen dünyayı tazeler, alışkanlıkları elâstikîleştirir, donmalarını önler, içgüdüleri pırıl pırıl yapar, insanı melankoliye düşmekten, yani eşyayla ilgiyi kesmekten korur, kâinatı yeniden yaşanmağa değer bir yer haline getirir, insanı yeni doğmuşçasına yaşamaya hevesli, iştahlı bir yeni insan yapar” sözleri, onun Ramazan’a bakışındaki temel felsefenin “Diriliş”te gizli olduğunu gösteriyor.
Günümüzde hikâye anlatan pek az hikâyeciden biri olan Mustafa Kutlu’nun “Oruç” yazısını anmadan olmaz. Hikâyelerindeki dünyadan bir salkım uzatırcasına sıcak pideden, babanın iş dönüşünden, annenin salata üzerine birkaç zeytin bırakmasından bahsediyor Kutlu. “İçimizde kurulan kürsü bizi hesaba çekiyor” derken Ramazan’ın tamamını, “Çekiç örsün kenarında bekliyor” derken de iftarın o efsunlu anını anlatıyor. “Allah’ım, şükürler olsun oruçluyuz...” diye bitiriyor yazısını.
“Aileden biriymiş ve uzun yoldan geliyormuş gibi dört gözle beklenen ve sevinç içinde karşılanan Ramazan’ın hayatımıza getirdiği canlılığı, hareketliliği daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Sonra hüzünle uğurlanışını...” sözleriyle çocukluk günlerinin Ramazanı’nından bahseden Beşir Ayvazoğlu, günümüzde büyük şehirlerde yaşanan Ramazan trajedisine de dikkat çekiyor. “Büyük şehirlerde çalışanlar ne yazık ki hayatlarını bu mübarek aya göre düzenleyemezler. Mesai ne zaman biterse işten o zaman çıkacaklardır. Sahura kalkmış olsalar da erkenden işbaşı yapmak zorundadırlar. Modern hayatın baş döndürücü koşuşturmacası arasında Ramazan’ın maneviyatına erememek insanda büyük bir boşluk bırakıyor. Oysa Ramazan, boşluklarımızı tamir etmek için bir imkân değil midir?”
Fatma K. Barbarosoğlu’nun Ramazanname’si ise Ramazan’a has yazıların bir araya getirilmesinden mürekkep bir kitap. Sokakta yaşayan Ramazan’ı gözlemleyen bir yazarın kaleminden çıkmış. Ramazanname, bu yönüyle Ramazan edebiyatımızı zenginleştiren bir kitap.
Yeniden bir Ramazana daha kavuştuk. Onu Abdi Paşa’nın şu beytiyle selamlayalım. Hayırlı Ramazanlar olsun…
Ey mâh-ı mübârek mâh-ı garrâ-yı dırahşân merhabâ
V’ey ziyâ bahş-ı kulûb-ı ehl-i imân merhabâ
Klasik edebiyatımızda şiir, modern edebiyatımızdaysa hem şiir hem de nesir yoluyla Ramazan’a dair imge, hatırat ve düşüncelerle karşılaşırız. Edebiyatçı için Ramazan, bazen Ramazanla birlikte gelen literatürden de faydalanmak demektir. Bunu klasik edebiyatımızda sıkça görüyoruz. Bazen, toplumun içerisinde bulunduğu felaketlerden kurtulmak için Allah’a bir yakarış vasıtasıdır Ramazan. Mehmed Akif Ersoy’un “Ramazan” şiirinde dile getirdiği gibi “Yâ Rab! Şu muazzam Ramazan hürmetine / Kaldır aradan vahdete hâil ne ise / Yâ Rab! Şu asırlarca süren tefrikadan / Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se” mısraları buna güzel bir örnek. Bazı durumlarda da sanatçının çektiği düşünce ıstıraplarından boşalma arzusu olarak karşımıza çıkıyor. Bilhassa, Yahya Kemal’in “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiiri, bir Müslüman mahallesindeki iftar heyecanına ortak olamamanın hüznünü taşıyor.
Şiirimizde tevhid, münacat ve naatlar kadar büyük bir yer tutmasa da Ramazan’ı söz konusu eden Ramazaniyelerin sayısı oldukça yüksek. Ramazan, medeniyetimizi taşıyan temel yapı taşlarının başında geliyor. Süheyl Ünver merhum “Ramazan medeniyeti” ifadesini, bu topraklarda Ramazan’a dair kurulan geleneği göz önüne getirerek söylemişti. Böyle bir durum karşısında Türk Edebiyatı, Ramazan-ı Şerif’e karşı kayıtsız kalmayacak hatta edebiyat içerisinde ona müstakil bir alan açarak, sadece Ramazan’dan bahseden eserler vücuda getirecektir. Ramazaniye, Ramazan ayı vesilesiyle şairlerin padişaha ve ekâbire sundukları kasidelerdi. Bu kasidelerin giriş bölümlerinde Ramazanın gelişi, faziletleri, oruçlunun hâlleri, camilerin tezyinâtı, iftar ve sahur sofraları anlatılırdı.
Klasik Türk Edebiyatı’nda Ramazaniye
Klasik Türk Edebiyatı’nda Ramazan’la ilgili kavramlar sadece dinî özellikleriyle ele alınmıyor. Zaman zaman şairler klasik edebiyatın mazmun (sembol) geleneğinden yararlanarak Ramazan’ı bir güzele hatta bir zabıta memuruna benzetebilirler. Bu, Ramazan’ın toplum hayatında tuttuğu yerin ne denli büyük olduğunu gösteriyor. Ayrıca şairler, aşk, ayrılık, vuslat gibi duyguları anlatırken benzetme unsuru olarak Ramazan’ı sevgili makamındaki bir insanmış gibi değerlendirebilirler. Oruç ayrılığa, bayram kavuşmaya delalet ediyor. Nev‘î bir kasidesinde “Takarrüb kesb eden ârif temennâ-yı visâl etmez / Ki hiç savm-ı visâl ehline fikr-i rûz-ı ıyd olmaz” diyor. Şair, bir başka şiirinde de minarelerin ucunu süsleyen kandillerin, bayram gelince selvi boyluların elinde adeta birer kadeh olduğunu söylüyor.
Ramazan ayını mübarek kılan önemli bir hadise de Kur’an-ı Kerim’in nâzil olmaya başlandığı Kadir Gecesi’ni içinde barındırması. Bin aydan daha hayırlı bir gece olan Kadir Gecesi’ni 15. asrın şairlerinden Şeyhî bir beytinde şöyle anıyor: “Bu gece kadri bin aydan yeg ise tan mı Hak / Kudret ile şeb-i kadr etdi mukadder bu gece.”
Kâmî de Kadir Gecesi’nde uyumamanın faziletine dikkati çeker: “Bilelim kadrini savmın gece kâim olalım / Olmaya göz göre kadri gözümüzden pinhân.”
Niyâzî Mısrî de Ramazan’ın gidişiyle birlikte müminlerin hüzünlenmesini anlatır: “Yine firkat nârına yandı cihân / Hasretâ gitti mübârek Ramazân / Nûr ile bulmuştu âlem yeni can / Firkatâ gitti mübârek Ramazân.”
Ramazaniyelerin en tanınmışı Sâbit’in Baltacı Mehmed Paşa’ya sunduğu şiirdi. Bunun dışında Surûrî, Kâmî, Nedîm, Süleyman Nahifî Efendi, Sünbülzâde Vehbî, Koca Râgıp Paşa, Leyla Hanım Ramazaniye yazmışlardı. Enderunlu Fazıl, edebiyatımızda en çok Ramazaniye yazan şairdir.
Klasik Türk Edebiyatı’nda Ramazaniyelere 14. asırdan itibaren rastlıyoruz. Yunus Emre’nin yazdığı Ramazaniye de bu asra ait. Bu asır aynı zamanda klasik edebiyatımızın gün güzüne çıktığı zaman dilimini kapsıyor. Bu açıdan bakıldığında Ramazaniyeler’in, klasik edebiyatımızın en eski türlerinden biri olduğu ortaya çıkıyor.
Mehmet Emin Ertan, Ramazan-ı Şerif hakkında üç ayrı manzume olduğunu belirtiyor. Bunlar sırasıyla Ramazan, savm, sıyam, oruç, rûze, mâh-ı sıyâm, şeb-i rûz ifadelerini açıkça kullanan Eski Türkçe Dönemi’ne ait metinler; Ramazan’la doğrudan bir ilgisi olduğu halde Farsça yazılanlar ki Hz. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in “Sıyam Kasidesi” Farsça kaleme alınmış. Son sınıfa ait olanlar ise, içerisinde Ramazan’la ilgili hiçbir ifade bulunmadığı halde Ramazan’ı imâ eden manzumeler. Rumelili Za’îfi’nin “Bir dahî mescidde görürsen beni öldüresin / Sakiyâ sabr eyle bayram irtesi oldun hele” mısraları, içerisinde Ramazan ayına dair bir söz grubu olmamasına rağmen Ramazan’ı çağrıştırır.
Ramazaniyeler’in, diğer türlere nazaran daha sade bir dille inşa edildiği muhakkak. Çünkü bu metinler doğrudan halkı ilgilendiren bir konudan söz açıyor. Halk, sade dil vasıtasıyla Ramazaniyeler’e daha kolay nüfuz edebiliyor. Ramazaniyeler’in bir diğer özelliği ise, edebiyatımıza dinî literatürün girmesinde öncülük etmiş olmaları. İslamî kavramlar bu türden manzumeler sayesinde şiir bahsinde sıkça geçiyor. Bilhassa rahle, imsak, iftar, teravih gibi kavramlar bu şiirlerde sıklıkla karşımıza çıkıyor. Sâbit’in “Alınır mı Ramazan sofılarından Mushâf / Rahlenün nevbetini beklemeyince insan” beyti buna açık bir örnek.
Tanzimat sonrası metinlerde Ramazan
Modern türlerin edebiyatımıza girmesiyle Ramazan’la ilgili edebiyatçıların kaleme aldıkları metinlerin sınırı şiirin yanında farklı türlere doğru bir genişleme seyretti. Özellikle, hatıratta ve nesir yazılarında edebiyatçılar ya kendi hatıralarını kâğıda aktardılar ya da kurguladıkları roman ve hikâyelerde Ramazan sahnelerini tasvir ettiler. Tanzimat’tan günümüze her dönemde Ramazan’la ilgili metinler bulunuyor. Bu metinlerin şüphesiz pek çok ortak tarafı var ancak en önemlisi Ramazan zevk ve kültürünün her geçen gün Müslümanlar arasından biraz daha buharlaşıp uzaklaştığını göstermesi. Bu bir “Eski Ramazanlar’a nostalji” eleştirisi değil sadece durum tespiti. Yılda bir defa hanelerimizi ziyaret eden Ramazan, gelirken ayrı, giderken apayrı hazırlıklarla ağırlanırmış. Her alanda girdiğimiz zevk ve estetik tıkanmışlığı ne yazık ki Ramazan’a da ataletini bulaştırmış. Refik Halid Karay’ın, Hüseyin Rahmi’nin, Ahmed Rasim’in ve daha nicelerinin Ramazan yazılarını okuyanlar, bugünkü Ramazan kültürünün ne kadar güdük kaldığını göreceklerdir.
Refik Halid Karay’ın, “Berat kandili geçince evde Ramazan hazırlığına başlanırdı. İki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştanbaşa yıkanır, günlerce tahta gıcırtıları...” satırlarıyla başladığı “Eski Zamanlarda Ramazan Hazırlığı” başlıklı yazısında bahsettiğimiz Ramazan kültürünün nasıl olduğunu görüyoruz. Satırlar öyle ilerliyor ki Ramazan sofrası için gösterilen önem bize “Keşke her gün Ramazan olsa” dedirtiyor. Kaybolan bir sofra geleneği var. Karay’ın yalnızca Ramazan için yapılan reçellere dair yazısını okumak bile yetiyor: “Ben yeşilimtırak kabuğu içinden yine yeşilce eti ve beyazımsı çekirdeği sezilen hünnap reçelini tercih ederdim. Frenk üzümü ile çilek de hoşuma giderdi.” Bugün, hünnap meyvesini hangimiz biliyoruz ki reçelinden haberdar olalım?
Türk romanının şüphesiz en değerli yazarlarından biri de Hüseyin Rahmi Gürpınar. Mahalle hayatını, eski İstanbul’u, insanı tesirli bir biçimde anlatmayı her zaman başarmış Hüseyin Rahmi’nin mahallede, mahallece yaşanan Ramazan hakkında yazmamış olması düşünülemez. “İlk Orucum” başlığını verdiği yazısında çocukluğunda hevesle oruca kalkıp öğleden aşırı bir vakitte gizlice orucunu bozmaya çalışırken evin kalfasına nasıl yakalandığını, kalfayla anlaşıp sattığı orucun parasının yarısını kalfaya verişini muzip bir dille anlatıyor: “Üç gün sonra hacı nineme bir oruç daha sattım”.
Ahmed Rasim “İftar Yemekleri” başlıklı yazısında kalemi Refik Halid’in bıraktığı yerden alıyor ve halk içinde mevkiin, nâmın ortadan kalktığı iftar sofralarını anlatıyor. “Büyük konaklarda kurulan iftar sofralarına kim olduğunuz hiç önemli değil, gelip oturabilirsiniz. Size kimse bir şey sormaz. Yemeğinizi, meyvenizi yer, hatta Yemen kahvenizi içer, çıkar giderdiniz. Gelenek böyle işler.”
Yahya Kemal Beyatlı, edebiyat ve Ramazan denilince “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiiriyle aklımıza nakşolmuş bir şair. Ancak onun bu şiiri dışında Ramazan’dan söz açtığı “Kandiller Yanarken” başlıklı bir yazısı var. Şair, burada Ramazan’la Türk ve İslam medeniyetini buluşturuyor ve son cümleyi şu tesirli sözler kuruyor: “Her sene gibi bu sene de Ramazan girerken biraz gurbetten çıkacağız.”
Necip Fazıl Kısakürek, Cinnet Mustatili’nde bir Ramazan ayı, hapiste yattığı sırada iftara yakın bir vakit kendisine karpuz getiren, tanımadığı bir adamı anlatıyor. İçinde bulunduğu hal şu satırlarda ortaya çıkıyor. “İşte hasbî, her türlü nefs oyunundan uzak, Allah için verilen hediye... Bu meçhul Müslüman’dan tüten edayı ömrümce unutamam... Keşke o karpuzu kesmeseydim; hep ona bakıp düşünseydim. İslâm ahlâkını fikretseydim, ağlasaydım, ağlasaydım...”
Çağdaş Türk şiirinin büyük şairlerinden Sezai Karakoç’un Samanyolunda Ziyafet adını verdiği oruç yazıları, Ramazan edebiyatımız söz konusu olduğunda akla gelen ilk eserlerden. “İşte oruç, külü deşer, betonları kırar, eskiyen dünyayı tazeler, alışkanlıkları elâstikîleştirir, donmalarını önler, içgüdüleri pırıl pırıl yapar, insanı melankoliye düşmekten, yani eşyayla ilgiyi kesmekten korur, kâinatı yeniden yaşanmağa değer bir yer haline getirir, insanı yeni doğmuşçasına yaşamaya hevesli, iştahlı bir yeni insan yapar” sözleri, onun Ramazan’a bakışındaki temel felsefenin “Diriliş”te gizli olduğunu gösteriyor.
Günümüzde hikâye anlatan pek az hikâyeciden biri olan Mustafa Kutlu’nun “Oruç” yazısını anmadan olmaz. Hikâyelerindeki dünyadan bir salkım uzatırcasına sıcak pideden, babanın iş dönüşünden, annenin salata üzerine birkaç zeytin bırakmasından bahsediyor Kutlu. “İçimizde kurulan kürsü bizi hesaba çekiyor” derken Ramazan’ın tamamını, “Çekiç örsün kenarında bekliyor” derken de iftarın o efsunlu anını anlatıyor. “Allah’ım, şükürler olsun oruçluyuz...” diye bitiriyor yazısını.
“Aileden biriymiş ve uzun yoldan geliyormuş gibi dört gözle beklenen ve sevinç içinde karşılanan Ramazan’ın hayatımıza getirdiği canlılığı, hareketliliği daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Sonra hüzünle uğurlanışını...” sözleriyle çocukluk günlerinin Ramazanı’nından bahseden Beşir Ayvazoğlu, günümüzde büyük şehirlerde yaşanan Ramazan trajedisine de dikkat çekiyor. “Büyük şehirlerde çalışanlar ne yazık ki hayatlarını bu mübarek aya göre düzenleyemezler. Mesai ne zaman biterse işten o zaman çıkacaklardır. Sahura kalkmış olsalar da erkenden işbaşı yapmak zorundadırlar. Modern hayatın baş döndürücü koşuşturmacası arasında Ramazan’ın maneviyatına erememek insanda büyük bir boşluk bırakıyor. Oysa Ramazan, boşluklarımızı tamir etmek için bir imkân değil midir?”
Fatma K. Barbarosoğlu’nun Ramazanname’si ise Ramazan’a has yazıların bir araya getirilmesinden mürekkep bir kitap. Sokakta yaşayan Ramazan’ı gözlemleyen bir yazarın kaleminden çıkmış. Ramazanname, bu yönüyle Ramazan edebiyatımızı zenginleştiren bir kitap.
Yeniden bir Ramazana daha kavuştuk. Onu Abdi Paşa’nın şu beytiyle selamlayalım. Hayırlı Ramazanlar olsun…
Ey mâh-ı mübârek mâh-ı garrâ-yı dırahşân merhabâ
V’ey ziyâ bahş-ı kulûb-ı ehl-i imân merhabâ