Tehlikeli sorular

BilgiBey

Forum Üyesi
Katılım
22 Nis 2019
Mesajlar
68
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Celil CİVAN • 74. Sayı / EDEBİYAT GÜNDEMİ


Adorno denemecinin çıkmazını tikelle genel arasındaki gerilimde görüyordu. Burada tikelin genel karşısındaki önemsizliği değildi yazarın tek derdi; tikelin genelde yutulmasından da kaygı duyuyordu. Dahası tikelle genelin ilişkisi, bireyle toplum ve dünya arasındaki münasebetleri de ima ediyordu. Nurdan Gürbilek’in son kitabındaki bir cümle denemecinin kaygılarını nasıl dindireceğinin de ipucunu verir gibi: “İyi bir denemeci bunu yapar; kültürel kaygıyı bir kişisel kaygı, kişisel kaygıyı bir kültürel kaygı olarak düşünür.”

Gürbilek, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Walter Benjamin’den söz ederken kurar bu cümleyi. Elbette atıf yaptığı “iyi denemeci” yazıda bahsedilen iki isimdir öncelikle. Ama Gürbilek’in de aynı “iyi denemeci” konumunda durduğunu söylememek mümkün mü? Zira yazar, daha ilk deneme kitaplarından itibaren kendi tikelliğini, kültürel endişe ve sorunlarını, sadece Türkiye’nin değil, “edebiyat dünyasının” genelliğiyle, genelliği toplumsal düğüm noktalarından ayrı düşünmeden ele alır. Kendi zihnini meşgul eden sorular, edebiyatın, kültürün ve dünyanın “meseleleri”yle koşutluk taşır. O yüzden bazen hızlı bir göz yazarın, aynı mevzuları, aynı yazarları tekrar tekrar ele alıp durduğundan yakınır. Oysa Gürbilek, benzer konu ve yazarları yazıyordur yazmasına ama gitgide açılan, birbirini tetikleyen, başka başka kitaplara, denemelere devrilen konu ve meselelerdir bunlar. Tekrar değildir öyleyse; bugüne kadar kat edilen yolda açılan yeni gedikler, açılan kapıların ardında yazarın karşısına çıkan yeni ve yine kilitli kapılardır. Yakınmak yerine Gürbilek’in bu sabırlı kazısına, günceli görmezden gelmesine, aynı yazarları titizlikle kurcalamasına vurgu yapmak gerekir.

Gürbilek’in son kitabı, bir karşılaştırmayı dile getirir: Sadece “mukayese” anlamında değil, karşı karşıya koyup konuşturma, birbirlerine baktırma, “bakış”ları görme anlamında da. Dostoyevski ile Kafka, Kafka ile Oğuz Atay, Tanpınar ile Benjamin, Peyami Safa ile Cemil Meriç, Cemil Meriç ile Edward Said birbirleriyle konuşmak için biraraya geldiğinde, yazarların aralarındaki benzerlikler ortaya çıkmakla kalmaz, benzerlik örtüsünün altından farklar da göze batmaya başlar. Dahası, söz konusu “yapıtlar konferansının” entelektüel kibarlıktan çıkıp epeyce hararetleneceği de anlaşılır. Zira farklar ortaya çıkınca asıl meselenin “etkilenme endişesini” de, “benden öncekilerden nasıl farklı olmalıyım” kaygısını da, “hem tikel hem de toplumsal olma” sorunsalını da aştığı görülür.

Cemil Meriç ile Edward Said’in ele alındığı denemede daha da açıktır bu konu: Meriç, Şarkiyatçılık’ı okumuştur ve kitabı över ama aynı zamanda da “bu kitabın altında neden bir Türk’ün imzası yok?” diye de sorar. Gürbilek, aynı soruyu Meriç’e yöneltir denemede: “Neden Cemil Meriç’in imzası yok?” Yoktur zira Gürbilek’e göre Meriç, şarkiyatçılığı ne kadar eleştirirse eleştirsin, ondan payını alarak yazmıştır. Meriç yapıtları boyunca Şarkiyatçılık’ın Batılılaştırılmış Batısı ile Doğululaştırılmış Doğusunu kaleme alır. Dili de, üslubu da, mecazları da şarkiyatçılığın izlerini taşır. Dolayısıyla Batı etkisinden tümüyle sıyrılamamıştır. Aynı durum Peyami Safa ile ilgili yazılarda da görülür. O da bütün o milli-muhafazakâr kimliğine rağmen Doğu ile Batı arasındaki gerilimi aşamadığı gibi, benzer bir dille konuşur. Kâh Batı’yı kâh Doğu’yu öven, Şarkiyatçı imgelerden vazgeçmeyen kafası karışık bir üsluptur bu.

Gürbilek’in sorusu, başka bir soruyu gündeme getirir. Mesele şarkiyatçılıktan “fazla” etkilenme meselesi değildir sadece. Fazla’dan ziyade bir “eksiliğin” varlığına işaret eder: Türk edebiyatında kırılmanın, kopuşun eksikliğinden. Sadece herhangi bir kültürden, iklimden kopuşu ifade etmez bu eksik. Edebiyatımızda bir “yeraltı”nın olmaması, Tanpınar’ın “biçareliğini” görmezden gelmesi, Safa’nın hastalıklarını, aczini bir büyüklenmeyle gizlemesi, Meriç’in hamasetten geri durmamasıdır bu. Daha kabaca bir ifadeyle bizde bir Dostoyevski’nin, Kafka’nın, Benjamin’in olmaması…

Şüphesiz, bunun birçok sebebi var. Toplumsal yapı, kültürel etkiler, edebi gelenek ve düşünce biçiminin bunda etkisi olduğu gibi daha da daraltırsak yazı yazan insanların kötülükle, “kötücüllükle”, hınç ve biçarelikle kurdukları ilintiyle de ilgisi söz konusu. Elbette “yeraltının” tek geçerli estetik olmadığı söylenebilir burada. Bu sefer de başka başka soruların açıldığını görürüz: Kendimize has bir estetiğin ne olduğu, nasıl olması gerektiği, olup olmadığı… Doğrusu, böyle bir savunma gayreti sorunu yine de yok etmeye yetmez.

“Türkiye evlâtlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânını vermiyor,” diyen Tanpınar’a mı hak vermelidir yoksa? Zira kalemi bu kadar güçlü yazarların bir yandan estetikle, kendilik ve öznelikle uğraşırken ister istemez bir yandan da siyasi gündemle didiştiğini kim görmezden gelebilir? “Memleket meselelerinin” Türk aydını için estetik, etik ve kişisel kaygılardan önce gelmesi, kişisel bir yaşamın, dolayısıyla biraz karanlık, tehlikeli bir “yeraltı yazısının” çıkmamasına engel olabilir mi?

Nurdan Gürbilek’in, özellikle son kitapları boyunca kat ettiği, kurcaladığı, kilidiyle oynadığı sorular, kaygılar bunlar. Ne kadar “tehlikeli” veya “yersiz” gözükürse gözüksün, Gürbilek’in soruları “edebiyat gündeminde” uğuldamaya devam ediyor.

Nurdan Gürbilek
Benden Önce Bir Başkası
Metis Yayınları, 2011, 218 s.
 
metal işleme - Bilişim suçu nedir - Köpek eğitimi - Macaw papağanı
Üst